12 Mayıs 2012 Cumartesi

DECAMERON YA DA TARİHİN TEKERRÜRÜ


        



  "Tarihsel bütün büyük olay ve kişiler sanki iki kere yinelenir. Ama ilkinde trajedi ikincisinde kaba güldürü olarak."  K. MARX

 "İnsanın, kendi aklını kullanma cesaretini gösterip sorumluluğunu üstlenmesi gerekir." I. KANT


  Decameron Yunanca'da 10 gün anlamına gelir. Decameron hikayeleri, 1348'de Floransa'da veba salgınından kaçıp bir malikaneye yerleşen 7 genç kız ve 3 erkeğin öyküsüdür. 10 gün boyunca her biri 10'ar hikâye anlatır, böylece 100 hikaye tamamlanır. Her gün için, anlatılacak hikâyelerin konusu, eğlence ve yemek saatleri, malikânenin düzeni gibi konularda kararları verecek olan bir kral ya da kraliçe seçilir. Seçimi önceki günün yöneticisi yapar. Hikâye okumadaki amaçları malikânede, veba salgınından uzakta ve gündüzün en sıcak saatlerinde güzel ve eğlenceli zaman geçirmektir. Bocaccio ise hikâyeleri, gelişen İtalya burjuvazisinde erkeklerin sıkça evlerinde uzak kaldıkları için kadınlarını eğlendirmek için yazdığını söyler.

  Boccaccio tam da Avrupa'nın krizde olduğu bir dönemde yaşadı - ki Avrupa tarihinin yarısı kısmi ya da bütüncül krizlerle doludur-. İktidardaki ruhban sınıfının iktisadi-ahlaki çöküşünün hızlandığı, keşiflerle, buluşlarla bilimin ve aklın öneminin arttığı bir dönemde Boccaccio elbette ki kendi sınıfının (gelişmekteki burjuvazi ) soyluluğundan, moral üstünlüğünden, mantıklılığından, insancıllığından ve adaletinden bahsedecekti. Burada Umberto Eco'nun sözlerinin hakkını vermek gerekir: " Filozof'un işi var olanları yorumlamak veya krizi göstermek değil, kriz var! diye ortada dolanmak, kriz çıkarmaktır". Boccaccio, toplumundaki aksaklıkları, işgüzarlıkları, yönetimdeki veya ailedeki bozuklukları, çürük ilişkileri işaret etti ve radikal bir biçimde eleştirdi.  Bütün bir ortaçağ düşüncesini, kilisenin tanrısal sayılan yasalarını, ruhsal olana verilen önemi, bedenin aşağılık olarak görülmesini, cinsel tabuları bütün olarak eleştirdi. Cinselliğin zaten varolduğu ama söylenmesi yasak, sergilenmesi imkânsız ve bilinçaltına bastırılmış olmasının karşısında  amoral bir yaklaşım sundu. Cinsellik böyle bir dönem için çok radikal bir konu olabilir, ancak her kriz döneminin tepe noktaları radikalizmin de kendi tarihini yazdığı zamanlardır. Decameron'un çerçeve konusu olan cinsellik, tanrısal duygular olan inanma ve itaat etme yerine hissetme, anlama, seçme, adil olma, akıl yürütme temaları etrafında filizlenir. Kimi zaman bir aldatma sonucu ezelden beri var olduğuna inanılan bir yasa değiştirilir kimi zamansa zina yapan bir kadın sivri zekâsıyla kocasını kandırır ve hayatına istediği gibi devam eder.
        Cinselliğin seçilmesinde bir diğer yorum ise, insanın en insan olduğu, kendini ve karşısındakini en çok hissettiği, mutlu olduğu an oluşudur - ahlaki temellendirmelerde de telos mutluluktur çoğu zaman-. Ona göre insan, menfaat düşkünü, bencil ve kendi zevklerinin kölesi olmaya eğilimli bir varlıktır. Papazların ve rahibelerin de aslında sanıldığı gibi yüksek ahlaki değerleri yoktur ve onlar da herkes gibi kendi doğruları o an ne gerektiriyorsa onu yapan insanlardır. Boccaccio, bu bireysel ahlak anlayışının yerine başkasını koymadı çünkü herhangi bir evrensel ahlak yasasının bulunabileceğini düşünmüyordu. Dünyanın sürekli değiştiğini belirtmesi, toplumun ahlak önderi olan ruhbanların bile ahlaksızlığın piri haline gelmelerine yapılan vurgu bunun açık göstergesi.
  
    Cinsellik koca bir ortaçağ boyunca bireyde bastırılmış, toplumda tabulaşmıştır. Kilise'nin toplumdaki baskı argümanlarının da başında gelir cinsellik. Eğer ki tanrısal olandan ve yasakladıklarından uzaklaşıp bedensel hazza değer verirsek cehennem ateşlerinde yanacağımız kesindir onlara göre. Sürmekte olan toplum ve ahlak anlayışının dayanaklarından olan cinsellik, bu kitapla birlikte büyük bir darbe almıştır. Tek tek insanların zaten içlerinde saklayıp büyüttükleri cinsel mitler, insanları bu kitaba yöneltmiş ve kısa sürede ünlenmesine yol açmıştır. 4. günün başında olumlu ve olumsuz eleştirilere verilen yanıtlar, bu ilginin göstergesidir. Tabiki bunu kendine özgü mizahıyla yoğuran Boccaccio, bir toplum ve ahlak anlayışının da öncüllerinden sayılmıştır. Aslında cinselliğin Tanrı ve onun yasalarıyla çelişmediğini de yer yer gösteren Boccaccio, burada suçu doğrudan papazlara ya da yargıçlara atar.

   Cinselliğin en genel tanımı ise "aşk" pratiğinde ortaya çıkar. Ancak içinde aşk geçen hadiseler cinselliği barındırdığında yüce sıfatına erişir. Ortaçağ'ın hakim - kapalı aile yapısının çok dışında yaşanan aşklar elbette cinsellikle iç içeydi. Zaten ortaçağ'ın aşk algısı, tanrı aşkının en üst basamakta durarak türevlerini belirlediği şekliyle var olmuştu. Hem antik Yunan'ın kadına duyulan aşkın düşük görülmesi, bunun yersel olduğu ve göksel olana göre hakir görülmesi, hem de Ortaçağ'ın insan bedenine duyulan aşkın neredeyse günah sayılması Decameron ile tam anlamıyla eleştirilmiş, yerine insansı aşkın, şehvetin, zevklerin yüceliği ortaya konmuştur. Hatta bir hikayede, hayattayken aşığı olan gence yüz vermeyen kadın, genç ölünce ona yüksek duygular beslemiş, sanki aşık olmuş, koşup ölüsüne sarılarak orada can vermiştir ( 4-8)
  

    Ruhban sınıfının bilgisi ise artık ezbere dönüşmüştür ve o çağda hiçbir işe yaramamaktadır ki en bilgisiz kadın bile onları alt edebilir. Ahlaki olarak papazlar da rahibeler de aslında cinselliğe en az diğer insanlar kadar ilgi gösterir ve gizli bir şekilde bu ihtiyaçlarını karşılarlar. Para için yapmayacakları şey yoktur. Eskiden en kötü ve eski giysileri giyen din adamları şimdi pelerinleri altından iş çevirirler. Ancak sonuçta aklın da yardımıyla kazanan, soylu sınıfından kadın ya da erkekler olur. Papaz ise yaşanan olaylardan ders alarak aklı başına getirilir, çünkü onlar gerçek (doğal) erdemlere sahip değildirler.
     
    Boccaccio'nun çıkarmak istediği kriz, aydınlanma çağına ön ayak olan krizdir. Kralların ve soyluların ticari gelişimine karşılık toplumun dinsel kategorisi maddi taleplere cevap veremiyordu ve gittikçe tutuculaşıp bozunuma uğruyordu. Güçlenen burjuvazi ise argümanlarını artan bilgisi ve maddi kaynaklarıyla çoğaltıyordu. Elbette Aydınlanma Çağı'na daha yüzyıllar var ancak Decameron'un radikal bir şekilde saldırdığı ahlaki çöküntüden çıkarılacak sonuç bizi doğrudan Aydınlanma düşüncesine götürür. Çöküntüyü sağlayan tanrısal yasalar gökyüzünden yeryüzüne indirilmeli insana yaklaştırılmalıydı. Tanrıya yakın olanlara daha fazla sunulan adalet yerine herkesi anlayan ve eşit gören adalet konulmalıydı. Cezalar da ona göre şekillenmeliydi. Ruhsal olan değil bedensel (doğal) bir ahlak anlayışı hüküm sürmeliydi. Dahası verili bir tarih algısı yerine, kitabın bitişinde yazılan " Bu dünyanın işlerinin bitmiş olmadığını, tersine sürekli değiştiğini belirtmek isterim" sözleri skolâstiğin büyük bir eleştirisidir. Boccaccio Kant ya da Marx gibi tanrıyı hezimete uğratacak bir girişimde bulunmadı( bulunsaydı tahminen biz onun adını bile bilmezdik bugün). Ancak çok sağlıklı bir yol açtı önüne. Bu yol açık ki Rönesans’tır.

      İnsanın aklını kullanması, onun doğanın ve evrenin egemeni olduğunun kanıtıdır Decameron'da. Çünkü aklını kullanan kişi - ortaçağda değersiz görülen kadın bile olsa- tanrıyı değil ama tanrısal olduğuna inanılan dogmaları yerle bir edebilir. Yeter ki aklını kullanabilsin, verili düzene karşı, anlık hislerine karşı asıl istediğini bilsin ve ona göre mantıklı davransın.

      Eski yunan tragedyaları, tanrıları sahneye yerleştirmiş, onları birbirlerine düşman etmiş ya da insani duyguları onlar üzerinden sergilemişti. Değişen toplum yapısının, ekonomik zenginlikle zenginleşen düşünsel ortamın dışavurumunda ilk sıradaydı tragedyalar. İnsan bedeniyle, hisleriyle sergileniyordu. Gökyüzünden yeryüzüne inen tanrılar, insanlara egemenlik bilinci katıyordu. Bunun sonraki örneğini 1600-1700 yıl aradan sonra görüyoruz. Tam da Marx'ın belirttiği gibi komedya olarak. Dante'nin ve Boccaccio'nun lirik çizgisi bir şekilde komedi olarak belirginleşti. Tanrısal temellendirmelerin üzerinden kolayca gelebilen bir varlık haline gelen insan artık onla kolayca dalga geçebiliyordu. Yalnızca tanrısal değil toplumsal paradokslar içeren bir çağın edebi eleştirisi “ En iyisi hiç yaşamamış olmaktır, hemen ölmek ondan sonra gelir” düsturuna üçüncü ve kıvrak cevabı alay üslubuyla vermiştir.