USSAL OLMAYAN SORU: NEDEN AHLAKLI OLALIM?
Sağduyu ve aşırı bencilliğin tersine, ahlak, birinin ne yapması gerektiğiyle, sosyal kurallar
çerçevesinde davranmayla ve kurallara uymakla ilgilidir tamamen. Böylece,
ahlaklı olmak, birinin kendi çıkarlarını arka plana koyması, bazen de
çıkarlarının bütününü “ahlak” adına feda etmesidir. Peki, birisi neden bir
insanın ahlaklı olması gerektiğini sormak zorunda? Birisi neden başkasının
çıkarlarına karşıt davranış sergiliyor – tabi ki, böyle yapmamak da birinin çıkarınadır
( uzun vadede ) ? Hangi sebepler bir insanı ahlaki olmaya motive eder? Ahlakın
kendisi aklanabilir mi?
Sorunun kendisi önemli bir derecede
mantıksızdır. Ahlak ve ahlaki düşünceler bizim (ahlaki) eylemlerimizin temelleridir.
“Çünkü o, yapılacak doğru şeydir” ve “ Çünkü yapacağıma söz verdim ona” gibi
sözler eylem için kesin temellerdir. Ahlaki eylemde bulunmanın başlıca
gerekçesi açık olarak onun ahlaki olmasıdır. Aslında birçok filozof, özellikle
de Kant, ahlaki olmanın ve mantıklı olmanın bir ve aynı şey – doğru eylemde
bulunmak için- olduğunu söylediler. Neden ahlaki olmak sorusunu böylece
gerçekten sormak, “ Haklı sebepler için neden doğru şeyi yapmalıyım?” ya da
basitçe “ Neden makul olmalıyım?” olarak sormaktır. Ne tür bir cevap mümkündür?
Cambridge filozofu Bernard Williams, böylesi bir soru soran bir insanı psikopat
olarak tanımladı. Ahlakın daha az felsefi savunucuları ise büyük bir dayak ya
da uzun hapis cezası öneriyor. Bununla beraber, bizim ahlak sistemimizde ahlaka
verilen önem, “ Neden ahlaki olmak” sorusunun bir – ve açıkça ikna edici-
cevaba sahip olması gerektiği gibi görülüyor. Bunu saptamak neden böylesine
zor?
Mantıksız soruya verilen en makul cevap döngüsel olandır: bu ahlaki
olmalıdır çünkü mesuliyet, “ahlaki” kelimesinin ne anlama geldiğini kendinde
taşır. Eylemenin ahlaki yönü, doğası gereği doğru yöndür. Aslında, Kant, bütün
“ahlak” stratejisini ahlaklılıkların doğruluğunun bize zaten verilmiş olduğu
görüşü çevresinde formüle etti ( “İki şey beni dehşet içinde bırakır: yukarda yıldızlı
gökyüzü ve içimde ahlak yasası ”). Bu durumda, ahlakın görevi mantıksız soruyu
soran kuşkucuya ahlakı aklamak değil, ahlakın sahip olduğu otoriteye niçin sahip olduğunu göstermektir ki bu
da “pratik mantık” teriminin gerekliliğini göstermekle aynıdır. Son yıllarda
birçok etikçi benzer stratejilere giriştiler; mantıksız sorulara bilfiil cevap
vermediler, aksine; “iyi”, “ahlaki” ve
“sebepler” terimlerini analiz ederek
“metaetik”in analizinin, ahlaki değerlendirmelerin bizim için neden önemli
olduğunu göstereceğinden emin oldular. Bu stratejinin mantığı, genelde bu
şekilde belirtilmemesine rağmen, bizim ahlakın otoritesini ve bunun sebeplerini
kabul ettiğimizi farzetmektir. Bu mantıksız soru böylelikle daha masum bir
şekilde ahlaki sebep göstermenin ne olduğu konusunu ayrıntılandırmada bir istek
olarak yorumlandı.
Bizler ahlaklı olsak ya da psikopat olmasak bile, bu tür analizler
yeterli olmayacaktı. Ahlak şüphecilerine ve onların anlamsız sorularına uygun
birer cevap vermeyi duymak isteriz. Bu yalnızca kuramsal bir inat değildir. Çoğumuz
kendimizi genelde ahlaki olmayan umutsuzluk ile çekicilikle sınırlı bir
ahlaklılığın inandırılabilirliğinin kararsız ya da daha beter şekilde
belirlendiği bir durumda buluruz ( bunu yapmayacaktım tabi ki ama bu
seferlik..). çantada keklik olan para
her zaman yalan söyler veya siz hiç evli ya da bekar çekici biriyle tanışmadınız
hayatınız boyunca, ya da gelir dairesi bu küçük iddiayı asla takip edemeyecek. En
azından bu yardımcı olabilir, eğer neden karşı koymanın gerektiğini biliyorsak.
Biz zaten bu davranışın “yanlış” olduğunun farkındayız. Ahlak’tan istediğimiz
şey ahlaklılığın temellendirilmesinden daha fazla bir şeydir, yoksa bunun
yeniden ifade edilmesi değil.
Bir kişinin ahlaklılığın gerekçesini sadece ahlaklı olmanın aynı zamanda
kendi çıkarlarıyla örtüştüğü zaman kabul edeceğini düşünün. Böyle bir gerekçe
sunmak mümkün müdür? Böylece ahlaklılığı temellendirmiş mi oluruz, yoksa (şüphecinin
de derhal öne süreceği üzere), aslında ahlakın olmadığını, sadece kişisel
çıkarın olduğunu mu gösteririz? Ya şahıs bir gerekçe dinlemeyi toptan reddedip
canı ne istiyorsa onu yapmakta ısrar ederse? Fiziksel tehditler dışında (ki
felsefede asla argüman olarak kabul edilmezler), kesin bir şekilde ikna edici
herhangi bir sebep mevcut mudur? Ve bu sebepleri ararken, kendimize de şu soruyu
sormamız gerekir: “Ahlakı temellendirmeye çalışırken tam olarak ne yapıyoruz?”
Ahlaklı olmayı reddeden birini ikna etmeye mi uğraşıyoruz? Yoksa kendimizi mi
temin etmeye çalışıyoruz? Her şeyden evvel, bizim şüphelerimiz nereden çıkıyor
ki? (Şüphesiz, bir felsefe dersi esnasında meydana gelmediler.)
BELLİ SEBEPLER DOLAYINDA
DAVRANMAK: İKİ ÇEŞİT TEORİ
Ahlak ve temellendirilmesi sürecinde kilit nokta sadece hareket edişimiz
değil, bir sebepten ötürü hareket
edişimizdir. Sahiden de, Kant ve Jean-Paul Sartre gibi çeşitli etikçilerin
gösterdiği gibi, insan davranışının doğasında bilinçli eylem yatar, bu da demektir ki hareketlerimiz 1. bir amaca
hizmet eder ve 2. belli sebepler dolayında yapılır. Aklımızda bir “amaç” olsun
yahut olmasın, eylemlerimiz akla yatkındır ve (akla yatkın olmasalar bile) sebeplere
dayalıdır, ve bu sebepleri (genelde) tereddüt etmeden, az çok bir belirlilikle
açıklayabiliriz. Sadece belli sıra dışı durumlarda kendi kafamızı o zor soruyla
yorarız: “Bunu neden yaptım?” (Sadece sinir bozukluğunun acısı veya bir
psikanalistin dürtüklemesi altında kişi, Freud okumadan asla aklına bile
gelmeyecek, ruhunun kasıtlarla dolu olması üzerine düşünür.)
Köpekler de amaçlar dolayında hareket ederler elbette, Fido dikkat çekip
dışarı çıkartılmak amacıyla kapıyı
tırmalar. Fakat köpekler, en azında etiğin ele aldığı manada, sebeplerden ötürü
hareket etmezler ve dolayısıyla, en iyi huylu köpek bile “ahlaklı” sıfatını hak
etmez. Etikte, sebeplerin dile getirilmesinin gerekliliği ve bunun dil
kullanımını gerektirmesi söz konusu olan tek şey değildir. (“İnsan ve hayvan”
ayrımında kullanılan bu geleneksel kıstas, hem haksız hem de yanlış olabilir.) Daha
ziyade, sebepler Akıl, yani “şunu elde etmek için bunu yap’’ın ötesinde bir
sebepler örgüsü, gerektirir. Bir gün hâkim
olma hırsı içerisindeki bir öğrenci, yıllar ve hatta on yıllar üzerinde
düşünmek zorundadır; yani “hukuk fakültesine girmeyi istemek” çerçevesi
içerisinde düşünmek (hukuk fakültesi önündeki bir köpeğin “hukuk fakültesine
girmeyi istemesi” gibi bir manada) yetmeyecektir. Öğrenimi, referansları,
itibarı, arkadaş seçimi ve yazlarını nasıl değerlendireceği hakkında düşünmesi
gerekir. Ve zaten ortada olanı belirtmek gerekirse, “kanun” ve “hukuk sistemi”
kavramlarına sahip olması gerekir ki en parlak zekâlı Alman kurdunun bile böyle
kavramları anlayabilmesi mümkün değildir.
Elbette, bu sebepler örgüsünün özellikle
ahlaki olması gereken bir tarafı yoktur. Şüphesiz, genç öğrencinin hırsı
tamamen kendini nasıl gördüğüyle, , belki Wichita Falls’daki tanıdıklarına hadlerini
bildirmek istemesiyle, alakalı olabilir. Fakat böyle bir hırs sebepler
dolayında bilinçli hareket etmenin kavramsal olarak ne kadar zengin
olabileceğine apaçık bir örnektir. Aynı zamanda şu da açık olmalıdır ki,
yakındaki fast-food dükkânından bir BigMac kapmayı bir kenara bırakırsak,
eylemlerimizin büyük çoğunluğu böylesi kavramsal zenginliklere sahiptir; bu
yüzden “Hangi sebepten dolayı?” sorusu “Köpek niçin yine kapıyı tırmalıyor?”
sorusundan daha derin ve önemlidir.
Sebepler dolayında hareket etmek temellendirme sorusunun konu ile
alakalı ve önemli olduğu anlamına gelir. Sadece filozofların insan
hareketlerine getirdiği sinir bozucu bir eklenti değil, tam haliyle insan
hareketinin bir parçasıdır. Eğer, “Neden
hukuk fakültesine gitmek istiyorsun?” sorusu “ Oh, bilmem ki” ya da “ Kulağa
eğlenceli geliyor” şeklinde cevaplansaydı şok olurduk. Eylemlerin sebepleri vardır
ve sırasıyla sebeplerin de sebebi vardır. Kişi, hukuk fakültesine girmek için
başvuru yapar, bunu da avukat olmak için yapar, bunu da, belki, politikaya
girmek için, para kazanmak için, annesinin hukuk danışmanlık firmasına girmek
için vs yapar. O zaman etik, sebepler üzerine bir çalışma kabul edilebilir ve
sahiden de kitabın önceki 3 bölümünde
yaptıklarımızın büyük çoğunluğu etiğin ele aldığı sebeplerin türleri ve
boyutlarını inceler.
Ancak, sebeplendirme ve temellendirmenin
bir sonu olmalı. Bir erek, bir son amaç, bir telos olmak zorundadır. Bir sebepler zinciri, bir çapaya
bağlanmalı, bir nedenler ağı bir yerlere asılmalıdır. Örneğin, kişi diyebilir
ki, hukuk fakültesine gitmenin, veya herhangi bir şey yapmanın, nihai sebebi
mutlu olmaktır. Ya da hayattan daha fazla keyif almaktır. Ya da mümkün
olduğunca güçlü veya popüler olmaktır. Böylesi sonuçlar, sebeplendirmemizi sona
erdirir. Sahiden de, kuşkucu başka bir mantıksız soruyla, mesela “ Neden mutlu
olmak istiyorsun?”, çıkış yapığında
cevap vermekte zorlanırız. Belki “ Mutlu olmayı istemek insanın doğasında
vardır” veya “Şey, herkes mutlu olmak ister” benzeri cevaplar mırıldanabiliriz.
Ama yine de, cevabımızın mantıksızlığını hissetmekteyizdir. Sonuçta kişi, nihai
sonuçları sorgulamaz, hele ki mutluluğu.
Sebeplerimizin çapası ve eylemlerin nihai sonu pozisyonunun, yukarda
bahsi geçen adaylarının, farklılıkları ne olursa olsun, özleri birdir. Hepsi de
nihai amaçlardır, diğer bütün eylem
ve sebeplerimizin yönlendiği arzu edilen sonlardır. Fakat, ortada başka bir
sebep, ve sebeplendirmemize başka sonuç vardır. Bizim konumuzda, en iyi örnek “ Çünkü bu şekilde yaşamamız
gerekir” dir. “ Ahlak’a sığacak şey budur” böylesi bir sebebe başka bir
örnektir, “ Çünkü Tanrı bunu ister” de başka bir örnektir. Bu sebepler, önceki
bahsedilen sebeplerden ne şekilde farklıdır? Öncelikle, etikçiler bunların
mutluluk, zevk, popülerlik ve güç gibi kişisel
sebepler olmadıklarını öne sürerler; bunlar insanların isteyip istememesinden
bağımsız olarak iyi olgulardır ( hatta bunlar İyi’nin ta kendisidir). Diğer
etikçiler, dolayısıyla söyleyeceklerdir ki, bu sebepler objektif oluşlarıyla kendilerini öncekilerden ayırt ederler. Ama
açık seçik ortada olan şey, hepsinin ahlaki
sebepler olduğudur, yani dilin “ doğru ve yanlış” , “ iyi ve kötü”, “
ahlaki ve ahlaki olmayan” , “ gereklilik” ve “ zorunluluk” şeklindeki bakış
açısının kullanımını hali hazırda gerektirirler. Şüphesiz, böylesi sebepler pek
çok eylemimizde yer alır, kendimizi aklamak zorunda kalsak da kalmasak da. Bu
gerçek, ahlaki şüphecilerce bile sorgulanmaz ve onların “ Neden ahlaki
davranalım?” sorusu gerçek hayatta böylesi sebepleri kullanmadığımızı ve o sebeplere
bağlı davranmadığımızı ima etmez. Soru, bu sebeplerin nihai temellendirmesini
sorgular, yani ahlaki sebepler zincirinin bir çapaya bağlanması fikrini.
Aynı sorunun yukarıdaki kişisel sebepler içinde sorulabileceğini
belirttik, “ Neden mutlu olmak istiyorsun” gibi. Ancak ahlaki şüpheci ve büyük
çoğunluğumuz, böyle davranmakta daha büyük bir nihai son olduğuna ikna olmasak
bile, mutluluğu, ya da zevki, popülerliği ya da gücü arayışımıza devam ederiz.
Fakat durum işin sonunda ahlak olduğunda bu kadar açık değildir. Bizler,
tahminen, ahlakiyiz çünkü böyle olmamızın kişisel iyiliğimizden daha ulvi bir
sebebi olduğuna inanıyoruz, ya da ahlaki olmanın aynı zamanda kişisel
iyiliğimizi en üst seviyeye taşıyacağını düşünüyoruz. Eğer bu algıların
ikisinde de ahlak temellendirilemez bir halde ise, “ mantıksız” soru “ Neden
ahlaki davranalım?”ın sahiden de bir cevabı olmayabilir.
Bu temellendirme arayışı, ahlaki teorilerle cevaplandırılır. Ahlaki bir
teori, ( doğal ya da sosyal bilimlerdeki yapacağı gibi) sadece ahlaki bir
fenomeni açıklama girişimi değildir. Bu bir ahlakı temellendirme denemesidir,
ahlaki sebepler için bir çapa sağlamayı amaçlar. Farklı bir metafor kullanarak,
pek çok filozof, özellikle Kant, ahlakı “bir temele oturtmaktan” bahseder, yani
bütün sebeplerimizin tek tutarlı bir yapı olarak üzerinde oturabileceği bir
temel oluşturmak. Ancak daha önce bahsettiğimiz gibi, iki çeşit sebep ve iki
çeşit “ çapa” ya da “ temel” vardır. Yani, iki temellendirme anlayışına denk
gelen, iki ayrı ahlaki teori mevcuttur. Ahlak, kendi ahlaki sonu olduğu
gösterilerek temellendirilebilir; nihai sonucun kendisi ahlakidir, ve bu nihai
son mutluluk dahil sahip olabileceğimiz herhangi bir kişisel amaçtan daha
temeldir. Veyahut nihai olarak bu kişisel amaçların elde edilmesine yol açtığı
gösterilerek de, ahlak temellendirilebilir. Fakat bu ikinci durumda, ahlaki
sebepler nihai sebepler değildir. Ahlak başka bir şeye ulaşmakta kullanılan,
mutluluk gibi, bir araçtır.
Ahlak felsefecileri geleneksel olarak bu iki teoriye iki kuvvetli isim
vermişlerdir. Ahlakın kendi nihai temelini oluşturduğunu iddia eden teorilere
deontolojik ( Yunanca deon, yani görev
kelimesinden gelir.) denir. Ahlaki sebeplendirmelerin sonuna ahlaki olmayan bir
sonuç yerleştiren teorilere de teleolojik ( Yunanca telos, yani amaç
kelimesinden gelir) anlamına gelir. Kitabın bu son bölümünde, bu teorilerin
çeşitli türlerini inceleyeceğiz.
GERÇEKLER VE DEĞERLER
Temellendirme arayışı bizi meta-etik arenasına getirir; burada sadece neyin iyi olduğunu ve ne
yapmamız gerektiğini değil, “ iyi” ve “ gereklilik” gibi terimlerin ne anlama
geldiğini ve ahlaki savlarımızın doğruluğu ve yanlışlığını ve bunu nasıl
bilebileceğimizi sorgularız. Mesela, bazen değer belirten yorumların “ kişisel
hislerin dışavurumu”ndan başka bir şey olmadığı söylenir. Durum böyleyse, bazı
etikçilere göre ( emotivistler) ahlaki savlar ne doğru ne de yanlıştır ( zira
durgular doğru ya da yanlış değildir) ve “ iyi” ve “ gerekli” gibi kritik
terimlerin “ Ben bunu seviyorum, senin de bunu sevmeni istiyorum.”dan daha
ileri bir manası yoktur. Öte yandan, uzun zamandır “iyi” nihai olarak “
tanrının gözünde iyi”, “gerekli” ve
“tanrı bunu istiyor” şeklinde yorumlanmıştır. Eğer “iyi” ve “gerekli”nin bu
analizini kabul edersek, ahlaki savlarımızın “ objektif” bir referansı olduğu
açıkça ortadadır. Eğer tanrı seviyorsa “ bu iyidir” savı doğrudur; “ bunu
yapman gerekir”, eğer tanrı bunu istiyorsa doğrudur. Bu analize göre, ahlaki
bilgi tanrı bilgisidir. Öte yandan “emotivist” analize göre ahlaki bilginin
varlığı mümkün değildir çünkü ahlaki savlar ne doğru ne yanlıştır, sadece
kişisel-öznel hislerin dışa vurumudur.
Meta-etik, “ iyi” ve “gereklilik” gibi ahlaki kelimelerin ne tür
terimler olduklarını açıklayarak ahlakın temellendirilmesi için sahneyi
hazırlar. Eğer, “ iyi” yalnızca hislerle alakalıysa, o zaman ( bazı yazarlara
göre) temellendirme arayışı hatalıdır; en fazla, hangi tür hislerin arzu
edilebilir olduğu değerlendirilip daha sonra onları eğitim ve terapi ile rafine
edebiliriz. Ama eğer “ iyi” Tanrı’nın tercihleriyle alakalıysa, o zaman temellendirme arayışı kolayca
cevaplandırılabilir; eğer Tanrı’nın rızası mevcutsa, ahlak temellendirilmiştir.
Tanrının tam olarak ne istediğini bilmekte problem yaşanabilir, fakat hiç değilse
genel olarak ahlakın temellenmesi söz konusudur. “İyi” ve “gerekli” kelimeleri
“çıkarları tatmin etme” , “zevki en yüksek, acıyı en düşük seviyeye getirme”,
“mutluluk türetme” ve “toplumun iyiliğini ön plana çıkarma” gibi terimler
içerisinde de analiz edilmiştir. Her durumda, bu kritik terimlerin anlamları
ahlaki savların temellendirilişinin doğasını tanımlar; eğer “ iyi”, “mutluluk
türetme” anlamına geliyorsa ve “ x yapman gerekir”, “x yapmak en yüksek
mutluluğu getirir” demekse genel anlamda ahlak, kurallarının en yüksek
mutluluğu türettiği gösterilerek, temellendirilebilir.
Temellendirme arayışına “iyi” ve
“gerekli”nin analizi üzerinden bir cevap getirmek için hazırlanan bu hassas tasarı, devasa oranlarda bir
meta-etik engeline takılır. Değer yargısı ile gerçekler arasında filozofların tartıştığı
bir boşluk vardır. Ahlaki iddiaları, gerçeklerden alıntılayarak sık sık temellendirdiğimiz
doğrudur; “ İddia ediyorum ki o yanlış yapıyor çünkü kazanmadan para alıyor.”
Veya “ Para alırken haklıydım çünkü bana verebileceğini söyledi.” Ama bazı
iddialarda her zaman gereklilikten daha azı vardır; biri gerçekleri akla yatkınlaştırabilir, ama
sonucun zorunlu devamının değeri yoktur. İfade edebilirim ki, Harry, karısına
her zaman çiçek getirir, onu asla aşağılamaz, ona vurmaz, nazikçe sevgi
gösterir, en az kendi kadar maaş alabilecek bir kariyer sahibi olmasına saygı
gösterir. Fakat bu davranışlardan hiçbiri, “ Harry’nin iyi bir koca olması”
değer yargısını gerektirmez. Harry hakkında eklediğimiz kadar gerçek ya da
mantıklı sonuç bulalım, bunlar aynı yere varacaktır. Doğru açıklamaların
hiçbiri bir değer yargısı çıkarımı yapmanıza izin vermeyecektir.
Bu mantık problemine dikkat çeken David
Hume, bunu “ bir “olmak”tan bir “gereklilik” türetilmesinin imkânsızlığı ”
olarak özetler. Yüzyılımızda, aynı fenomen, Cambridge filozofu G. E. Moore’un “
Açık Soru Tezi” adı ile nitelenen, kaç tane gerçeği birbirine katarsanız katın,
soru her zaman açıktır: “ Evet, ama bu iyi mi? Gerçeklerin listeleri değer
belirtmez ve değer yargıları, dolayısıyla, gerçeklerce asla tamamen
desteklenemezler. Eylemler, sayıları kaç olurlarsa olsun, bir insanı erdemli
yapmaz ve nitelikler sayıları yine kaç olursa olsun bir şeyi iyi yapmaz. Moore,
“iyi”yi gerçekler üzerinden belirleme girişimine, doğalcı safsata der. Değerlerin gerçekleri kullanarak temellendirmenin
öne sürülen imkânsızlığı bu yüzyıl boyunca, ahlakı sorunlara sürüklemiş hatta
mahvetmiştir. Ahlakın ve genel olarak değer yargılarının temellendirilemeyeceği
gibi tuhaf bir çıkarıma ( tıpkı David Hume ve modern “emotivistler” örneğindeki
gibi) yol açmıştır. Hepsi diğer değer yargılarından türetilebilir elbette.
Fakat hepsini temellendirmede kullanılabilecek gerçek bir çapa yoktur. Bu
demektir ki, “ iyi”yi ve “gerekli”yi, tanrının isteği ya da mutluluk ya da
sosyal refah gibi niteliklerle ilişkilendiren bütün analizlerde bir şeyler
yanlıştır. “ Bu iyidir” bir değer yargısıdır; “ İnsanlar artık daha mutlu” bir
gerçeğin dile getirilmesidir. Fakat sayıları kaç olursa olsun dile getirilmiş
gerçekler bir değer yargısı oluşturmaz ya da teşkil etmez. Bu da demektir ki
temellendirme arayışımız, en azından kendisi bir değer yargısı olmayan nihai
bir değerlendirme açısından, imkânsızdır.
Gerçekler ve değerler arasındaki somut
ayrım klasik olarak Hume’un, Treatise of
Human Nature adlı kitabında
tartışılmıştır. Hume bu kitabında filozofların gerçek yargısı ile değer yargısı
arasındaki farkı geleneksel olarak ihmal etmiş olmalarından yakınır. Ve gerçekten
de, örneğin, Yunan filozofları, bu ayrımdan pek bir şey anlayamazlardı; onlar
ahlaki savlarının gerçek ve doğru olduğuna inanıyorlardır. Çok farklı bir örnek
olarak Saint Augustinus , ahlaki bir yargının Tanrı’nın isteği olup temellendirilmemiş
olması kaygısını anlayamazdı. Ancak Hume, bir şeyin belli bir niteliği olduğunu
bilmenin ve ( örneğin balığın çürük olduğu ya da Mr. Pickwick’in mizahtan
anladığını), bu niteliğin o şeyi bizim için itici ya da çekici kılmasının iki
farklı şey olduğu konusunda ısrar eder. Yani, erdemler ve kötü huylar, cesaret,
paylaşmacılık veya dürüstlük gibi niteliklerle aynı şey değildir ve onlardan
türetilemezler. Her zaman “ Fakat bu nitelikler arzu edilir mi?” sorusu
mevcuttur. Gerçekler hiçbir zaman değerleri getirmez; “ böyledir” söylemi asla
“ gereklidir” i teşkil etmez:
Karşılaştığım tüm ahlak
sistemlerinde, … yazar önce bir süreliğine sıradan bir mantık yolundan devam
eder… sonra aniden şaşırarak görürüm ki, alışılagelmiş böyledir ve böyle değildir kullanımları
yerine gereklidir ve gerekli değildir önerilerinden başka bir
şeyle karşılaşmam. Bu değişikliği
algılamak mümkün değildir; fakat bunun son neticeyle bir alakası vardır. Zira,
bu gerekli ve gerekli değil kullanımları
yeni bir alaka ve doğrulama belirttikleri için, gözlemlenmeleri ve
açıklanmaları gereklidir; aynı zamanda bu yeni alakanın, kendinden tamamen
farklı olan diğerlerinden nasıl türetildiğine dair, her ne kadar algılaması güç
olsa da, bir sebep belirtilmelidir.
(David Hume,
Treatise of Human Nature, p.469)
Hume’un “ doğalcı safsata” isimli
argümanı bir şeyin iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olduğuna dair öne sürülen
hiçbir şeyin tamamen o şeyi açıklayıcı bir mantıktan hareket edemeyeceğini
savunur. En uç örnek bile, savunmasız bir köyün eşkıyalarca katledilmesi, katlin
yanlış ya da kötü olduğu çıkarımını garantilemez. ( Aynı tanımın bir böcek
avcısının bir evdeki karınca kolonisine yaptıklarını tanımlamak için kullanıldığını
düşünün) Psikolojik olarak bizi
iğrenmeye taşımak için gereken, kendi yapacağımız kaygısal değerlendirme
olacaktır; mantıksal olarak tanıma eklenmesi gereken şey, tanımın “ böyledir”iyle
ahlakın “ gereklidir”i arasında bir bağ kuracak en azından tek bir noktadır,
örneğin:
Gerçeksel nokta: üç bin yaratık öldürüldü.
Değer noktası: öldürmek yanlıştır.
Çıkarım: bir yanlış yapıldı.
Pek çok ahlak filozofu “ doğalcı safsatayı” kullanmıştır, gerçi pek azı
onu bir safsata olarak görür. Hepimiz şu örnekteki gibi argümanlara aşinayız (
ki genelde, safsatanın çok belirgin olmaması için yeteri kadar karmaşıktırlar):
Gerçeksel nokta: İncil “ öldürmeyeceksin” der.
Değer çıkarımı: bu sebeple öldürmemelisin.
Veya:
Geçeksel nokta: insanlar temelde bencildir.
Değer çıkarımı: öyleyse, insanların kendi çıkarlarına en uygun şeyi
yapmaları gerekir.
Bazen, bu “safsata” bir ahlakın merkezinde yatar, örneğin Aristoteles ve
Kant. Aristoteles, insanın doğasına dair belli “gerçekler” üzerinden yola çıkar
ve tam da Hume’un yasakladığı şekilde, neyin iyi ve doğru olduğuna ve kişinin
ne yapması gerektiğine ulaşır. Kant, akli kabiliyetimiz üzerine bir gerçeksel
noktadan yola çıkıp benzer şekilde yapmamız gerekenin akla yatkın hareket etmek
olduğu çıkarımına ulaşır.
Ancak bu “safsata” gerçekten de safsata mıdır? Yoksa Hume, şüpheli bir
ayrımı çok sıkı bir biçimde mi uygulamaktadır. Geleneksel argümanları içeriksel
bir nokta ortaya koyarak, örneğin, doğal olanı yapmamız gereklidir diyip
doğalcı safsatanın altını, argümanın kendisine “doğal”ı sokarak boşaltarak,
kurtarmak mümkün müdür? Veya Hume’un “böyledir-gereklidir” argümanına
karşı-örnek olarak Amerikan filozof John Searle tarafından verilmiş aşağıdaki açıklamalar
serisini değerlendirelim:
1 Jones “Sana beş dolar ödeyeceğime
dair söz veriyorum Smith” der.
2 Jones, Smith’e beş dolar
ödeyeceğine söz vermiştir.
3 Jones, kendisini Smith’e beş
dolar ödeme zorunluluğu altına sokmuştur.
4 Jones, Smith’e beş dolar ödemek
zorundadır.
5 Jones’un Smith’e beş dolar
ödemesi gereklidir.
Searle, bu sıranın tamamen gerçek beyanlardan başlayıp, “gerekli” türü
bir değer yargısına doğru ilerlediğini iddia eder. Bu nasıl mümkündür? Gizli
bir değersel nokta mı mevcuttur, kişinin sözünü tutmasının gerekli olduğuna
dair bir değer yargısı gibi? (Searle, bunun gereksiz bir tekrar, boş bir beyan
olduğunu iddia eder.) Konuşulmamış noktaları ortaya süren içeriksel koşullar mı
söz konusudur (örneğin, söz algısı ve kendi kültürel beklentilerimiz gibi)?
Sahiden de, belli kurumlar ya da oturmuş davranış biçimlerine dair gerçekler
üzerinden “gereklidir” türü değer yargılarına erişilen kaç çeşit farklı argüman
türetebiliriz? Hume’un “böyledir-gereklidir” ayrımı ne kadar savunulabilirdir?
Gerçekler ve değerler arasındaki genel ayrım hakkında o bize neler söyler?
İYİ VE TANRI’NIN İSTEDİĞİ
Ahlaki konularda
derin otoriteye sahip olacağına ve ahlakı sorgulamanın ötesinde bir biçimde
temellendireceğine hemen hemen herkesin katıldığı tek gerçek, her şeyi bilen,
her şeye kadir, adil ve iyilikçi bir Tanrı’nın varlığıdır. Kişi halen “doğalcı
safsata” (ya da, bu durumda “doğal-ötesi safsata”) sorgulamasını öne sürebilir,
fakat bu sefer inandırıcı olması güçtür: Tanrı’nın emirleri bir başka gerçekler
serisidir, ne yapmamızın gerekli olduğuna dair birer konu değil. “Tabi, Tanrı
bunu emretmiş, fakat gerçekten de yapmamız gereken bu mu?” ile “Elbette sana
keyif verecektir, ama bu onu yapmanın iyi bir şey olduğunu göstermez.”
Önerileri aynı değildir. “İyi” ve “gerekli” kelimelerinin “Tanrı’nın emri”
anlamına geldiğini söylemeye gerek yoktur, ancak, Tanrı’nın varlığının
mantıksal olarak O’nun emirlerinin iyi oluşunu gerektireceği doğru olsun ya da
olmasın, belli şeylerin iyi ve doğru olma sebebinin Tanrı’nın onları emretmesi
durumunu bilebilseydik, temellendirme arayışı açıkça çözülmüş olurdu.
Bir problem şu
ki, görünüşe göre, Tanrı’nın tam olarak neyi emrettiğini herhangi bir kesinlik
ve tekillikle bilmiyoruz. İncil tek bir görüş üzerinden yazılmış bir metin
değil; Eski Ahit ve Yeni Ahit, Tanrı’yı ve O’nun davranışını oldukça farklı
resmediyorlar ve dolayısıyla farklı ahlak anlayışları sunuyorlar. Yeni ve Eski
Ahit’lerin içlerinde bile birbirinden farklı görüş açıları ve onlarla birlikte
farklı ahlak algıları mevcut. Aşırı basitleştirme riskini göze alarak, Eski
Ahit’te Tanrı’dan bazen “Kıskanç” ve bazen “Hiddetli” gösterildiğini, fakat
yine de “seçilmiş halkı”nın üzerlerine titrediği ve onlara zaferlerini
garantilediğini görürüz. Eski Ahit’in başka bir bölümünde ise Tanrı’nın
insanlarını “sınaması”, tapınaklarının ve yurtlarının yerle bir olması ve hatta
(Eyüp’ün hikâyesinde olduğu gibi), acı verici eziyetlere maruz bırakması
görülür. Yeni Ahit’in Tanrı’sı ise “şefkatli” bir Tanrı olarak kutlanır ve bizi
Kendi’nin feda ederek kurtamayı bizi cezalandırmaya tercih eder. İlahiler dahi
çok farklı İsa portreleri çizerler, ki bu durum da Tanrı’nın ve Hristiyan’lığın
anlamına dair çok farklı yorumlamaların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Tanrı’nın
algılanışlarından çıkan ahlaki görüşler de eşit düzeyde farklılıklar gösterir:
Eski Ahit Tanrı’nın Kanunu’na ve itaatkârlığa ağırlık verir. Yeni Ahit ise, en
yüce emri olarak, birbirimizi sevmemizi öne
sürer ki bu da Kanun’a uymaktan oldukça farklı olabilir. Bu ahlaki görüşlerin
uyumsuz olduklarını söylemek hata olur (kişi aynı anda sevecen ve itaatkâr
olabilir), öte yandan, farklılıkları gözardı etmek de eşit derecede hata yapmak
olacaktır. Ahlak, İncil’de Tanrı tarafında belirlendiği haliyle, tek bir
emirler serisi değildir.
Yine de, ahlakın
ana hatları hakkında yeterli miktarda fikir birliği olduğu öne sürülebilir.
Sebt günlerinde dükkan açmak ve annelerin çalışması hakkında fikir ayrılıkları
olabilir, ancak cinayet, hırsızlık ve zinanın yasak olması hakkında bir fikir
ayrılığı yoktur. Günlük davranışlarımız hakkındaki sorularda İncil’i tanım
aramak için kullanmak zor olabilir, fakat İncil’in bize genel bir ahlak
anlayışı ve temellendirilmesi sunduğu açıkça ortadadır. Evrensel emirlerin
belli uygulamaları hakkında problemler olsun ya da olması, Yahudi-Hristiyan
ahlakının genel doğası yeterli düzeyde açıktır.
Pek çok kişi,
İncil yorumlamasında ortaya çıkan sorunları atlamak için, kendi içlerindeki,
“kalplerindeki” Tanrı varlığına, ya da daha doğrusu, inançlarına ve
bilinçlerine başvururlar. Dini duygu ve telkinlerde, böylesi bir hassasiyet
sorgulanamaz. Fakat ahlak olarak, ahlaki emirlerin temellendirmenin bir kaynağı
olarak, yine problemler ortaya çıkıyor. Kişi, “kalbi”nin telkinlerinin ve
bilincinin Tanrı’nın İradesi olduğunu nasıl bilebilir? Tarih kesin bir biçimde
bu telkinleri hissetmiş ve kaynakları hakkında hiç şüpheleri olmamış delilerle
doludur. Muhtemelen, “ kalbimiz”deki telkinleri veya bilincimizi İncil’in ahlak
öğretisi ile uyuştukları için iyi kabul ediyoruz. (Ve böylece birini öldürme
dürtüsünü ilahi bir mesaj olarak yorumlamıyoruz, fakat birini affetme dürtüsünü
yorumluyoruz.)
Kişi, yorumlamaya dair soruları görmezden gelse ve
İncil’in Tanrı’nın insana gönderilmiş sözleri olduğu fikrini kabul etse bile,
en inançlı okuru bile bekleyen zor sorular mevcuttur. İncil’de, temellendirme
gerektiren belli başlı emirler ve Tanrı’nın yaptığı eylemlerin tanımları
vardır, örneğin Tanrı’nın İbrahim’e oğlunu kurban etmesini emretmesi ve Eyüp’e
yaptıkları gibi. Aile içi cinayetler ve masumlara nedensiz zulüm bizim ahlaki
olarak tahammül edilemez kabul ettiğimiz eylemlerdir; Tanrı bunları emrediyor
diye daha kabul edilebilir bir hale gelirler mi? Tanrı bazen büsbütün
toplumları ateş, ya da sel, yoluyla yokeder, tahminen bu toplumlar birkaç günahsız
çocuğu da içermektedir. Kaldı ki, bütün bu İncil’deki intikamlar bir yana,
masumların yok olduğu, fırtına, sel ve depremler gibi yüzlerce “takdir-i İlahi”
düşünülebilir. Ahlak olarak bu durumdan ne çıkarmamız gerekir? Tanrı’nın
eylemleri ve emirleri her zaman ahlaki midir?
Bu tartışmanın
uzun tarihi boyunca üç cevap öne çıkmıştır:
·
İlk cevap, Tanrı’nın onları yapması ya da
emretmesi dolayında, başka hiçbir
nitelik gerekmeden, iyi olduklarıdır.
·
İkinci cevap, bize çok kötü gelen bu şeylerin,
aslında iyi olduklarıdır. (“Tanrı’nın anlaşılmazlığı”na bir atıf veya G. W.
Leibniz’in ünlü yorumuyla: bu dünya, var olabilecekler arasında en iyi
olandır.)
·
Üçüncü olarak, kişi bu olayların ahlaki
olmayışında ısrar ederbilir ve böylece Tanrı’nın her emri ve eyleminin iyi
olmadığı çıkarımına ulaşabilir.
(Dördüncü bir
cevaplar serisi elbette vardır: Tanrı’nın aslında varolmadığı ve varolsa bile,
ahlakı değiştirici bir etkisi olmadığı. Bu cevapları burada incelemeyeceğiz. )
İlk cevap
Tanrı’nın isteğinin İyi’yi tanımlamasına ve
bizim “ahlak” dediğimiz şeyin sınırlarını aşan bir eylem yaptığında, O yaptığı
için, yine de iyi kabul etmeye dair tartışmasız kabul halidir. Fakat bu durumda
bir sorun ortaya çıkar; zira kişi eğer bu İncil kayıtlarını kabul ediyor ise,
bizim “ahlak” dediğimiz şey hakkında Tanrı’nın fazla ısrarcı davranmadığı
çıkarımına varacaktır. Kişi Tanrı’nın her isteğinin iyi oluşu fikrini korur,
fakat Tanrı’nın her daim ahlakı istemesi fikrinden feragat eder.
İkinci cevap hem
Tanrı’nın istediğinin iyi olduğu fikrini, hem de Tanrı’nın ahlakı temellendirdiği
tezini korur. İkinci cevabın ortaya çıkardığı problem Tanrı’nın İncil’deki
davranışlarının ahlaki olarak nasıl anlaşılacağıdır. “Tanrı’nın
anlaşılmazlığı”na atıfta bulunarak kişi inancı kurtarır, fakat böylece Tanrı ve
ahlak arasındaki doğrudan ve belirgin bağlantıyı da ortadan kaldırır. Görünüşe
göre, Tanrı’nın isteklerinin onunla uyumlu olduğunu gösterebilelim ya da bu
uyuma inanalım diye, bağımsız bir ahlak algısına ihtiyaç duyuyoruz. Üçüncü ve
son cevap Tanrı’nın istekleri ve ahlak ve Tanrı arasında bir fark olduğu
çıkarımını kabul eder, fakat bu da, Tanrı’nın kendi başına ahlakı temellendirebilmesi
fikrini kaybetmek demektir. Tanrı’ya uysun ya da uymasın, ahlak ve temellendirme
hakkında bağımsız bir algıya sahip olmamız gereklidir. Üçüncü cevap bu görüşe
doğrudan yol açar, ikinci cevapsa bu görüşü kabul etmek zorunda kalmış gibidir.
Neyin iyi
olduğunu inancımızdan bağımsız olarak bilmemiz gerektiği çıkarımı Platon kadar
gerilere gider. Euthyphro isimli bir
diyaloğunda, Platon, bir şeyin Tanrı onu istediği için mi iyi olduğunu, yoksa o
şey iyi ya da doğru olduğu için mi Tanrı’nın onu istediğini değerlendirir.
Sokrates hemen Euthyphro’yu ikinci önerinin geçerliliğine ikna eder, ki bu da
iyi olan bir şeyin Tanrı’nın o şeyi istemesinden bağımsız olarak iyi olmasıdır.
Kişi İncil’deki örneklerden rahatsız olmasa bile, şu düşünce deneyini
değerlendirmelidir: diyelim ki birisi İncil’den bir parça olan orijinal bir
yazıtı ortaya çıkarıyor, ve parçada “Öldüreceksin”, “Çalacaksın”, “Yapabildiğin
kadar zina yapacaksın” gibi ters emirler yer almakta. Böyle bir metni,
orjinalliği bir yana, Tanrı’nın böyle bir ahlaksızlığı emretmeyeceğine olan
inancımız dolayında reddetmez miyiz? Fakat bu demektir ki tamamen Tanrı’nın
istediğine dayanmayan bir ahlak algımız vardır; tam tersine, Tanrı’nın ahlaklı
bir varlık olduğuna inandığımız için Tanrı’nın bizden ahlaklı olmamızı
istediğine eminizdir.
Ancak, Tanrı’nın
ahlakı temellendirdiği fikri ahlakın Tanrı onu istediği için temellenmesi anlamına
gelmek zorunda değildir. Tanrı’nın ahlakı, onayladığı
için, yani, ahlaklı olanların (eninde sonunda) ödüllendirilmesini ve
kötülerin (eninde sonunda) cezalandırılmasını ayarlamış olduğu için, temellendirdiği
fikri birçok kez öne sürülmüştür. Bu teminat, ahlakın Tanrı’nın isteğinden
oldukça bağımsız olduğu fikriyle oldukça uyumlu görünür. Tanrı’nın bir onaylama
olarak ele alındığı bu görüş ahlaklı olmak için muhteşem bir sebep sunar, o da,
kişinin korkunç bir cezadan kaçınmak istiyorsa ve aynı zamanda ödüllendirilmek
istiyorsa, ahlaklı davranmasının gerekli olduğudur.
Bu tanıdık bakış
açısının problemi, tamamen bencil bir ahlaklı davranma sebebini, ahlakın temellendirilmesi
ile karıştırmasıdır. Bu görüş ahlakı bir sağduyu meselesi haline getirir, ki bu da tam olarak Tanrı’ya
ahlakın temellendirmesi olarak yaklaşan görüşün kaçınmasıdır. Eğer ahlak
Tanrı’ya atıf olarak temellendirilirse, bunun sebebi böylece ahlakın bizim
kendi çıkarlarımıza yaptığımız bir atıftan, yani her şeye kadir, her şeyi
bilen, adil ve iyilikçi bir Varlık’a olan sevgi ve itaatkarıktan, daha fazlası
haline geldiği içindir. Tanrı’ya inanmanın ve ahlaklı olmanın sağduyusal
avantajları ile Tanrı’nın iyiliğine yapılan atıf yoluyla ahlakın temellendirilmesini
birbirine karıştırmak, en başta bu sebeple Tanrı’ya dönmenin kuyusunu kazar.
Tanrı ve İyi
hakkında son bir nokta: Hristiyan teolojisinde bazen “ahlakın üstüne” çıkarılan
en az bir tane oldukça önemli erdem vardır. Bu erdem inançtır. İnanç, temel erdemlerden biri olduğu ve (örneğin Kant’ın
algıladığı gibi) ahlak doğrultusunda olduğu algılandığı sürece, bir zorluk
mevcut değildir. Fakat eğer Tanrı’ya olan inanç ayrı tutulur ve ahlakın
“üzerine” yerleştirilirse, Tanrı’ya olan inanç ahlakın temellendirmesi olarak
hiç kullanılamaz. Örneğin, Hollandalı filozof Kierkegaard, İncil’in
Tekvin’indeki İbrahim ve İshak’ın hikayesinde durumun böyle olduğunu öne sürer.
İbrahim, Tanrı’ya olan inancını eylemlerin en ahlak dışı olanıyla kanıtlamak
zorunda kaldığı için, inanç ve ahlak arasında seçim yapmak zorundadır.
Tanrı’nın kurban eylemini durdurup hikayeye “mutlu bir son” vermesi, inanç ve
ahlakın iç içe olabileceği kadar karşı karşıya da olabileceği gerçeğini
değiştirmez. ( Not: çeviridir)
Serdar Sakınmaz
Serdar Sakınmaz