3 Şubat 2016 Çarşamba

Şiddet, Özgürlük ve Kierkegaard Üzerine

Şiddet ile iktidar arasındaki ayrım söz konusu olduğunda genelde bu ikisinin birbirini dışlayan yönleri betimlenir. İktidarı yok sayarak bir şiddet ediminde bulunmak otoriteyi de reddetmek demektir. Bu noktada kuvvet ortaya çıkar. İktidarın devlete içkin yapısı, bir anda dikenlerini açığa çıkaran kirpi gibi kuvvetini ortaya çıkarmak ister. Bu kuvvetin potansiyelden gerçekliğe geçişini sağlayan şey ise iktidarın elindeki politik gücü kullanabilmesine, yönetenler ile yönetilenler arasındaki uyuma ve yetkinliğine bağlıdır. İktidarı belirleyen tam yetkinlik ile irade sahibi olamamak arasındaki salınımdır. Bu da politikayı açığa çıkarmaya zorlar. İktidarın görevi normal ile normal olmayan durum arasında bilimsel kararlar vermek, normali destekleyip normal olmayanın karşısına dikilmektir. İktidar karşısında “a-normal” bir durum tespit etmişse onu kendi içinde tutabilmek için uğraşır. Ancak bunu bir tür dışlama yöntemini de işin içine sokarak halleder. Suç olarak kabul edilen bir davranışta bulunan kişi, devlete ait hapishanelerde tutulur. Ancak hapishaneler içerdedir, topluma içkin mekânlardır. Suçlu hala suçludur; toplumun kabul ettiği sınırlar içinde ama yine de toplumun dışındadır. İktidar bu kabulü suçun politik tanımı, ahlaki değerleri yıkması, hukukun dışında yer alması ve “pozitif haklara saldırısı” üzerinden tanımlar. Devlet, işleyişini sürdürmek için suça gereksinim duyar.  Devlet, iktidarı aracılığıyla yapacak tespit bulamazsa gereksizleşir. Sosyalizmden komünizme geçişin can alıcı noktası da yine burasıdır. Ancak bu paradoks devlete değil suça ait bir belirleyendir.

Suç iktidarın tanınmaması anına tekabül eder. İktidarın yüzü, insanlara ya da topluma tanıdığı olanakların içinde kalındığı sürece kapalıdır. Ne zaman ki normalin dışında bir sapma fark edilir, iktidar cisimleştiği devlette (özellikle güvenlik gücüyle) yüzünü gösteren Medusa gibi açığa çıkar. İktidara rıza gösterene iktidar görünmezken onu yok sayıp suç işleyen insan iktidarla karşılaşır. İktidarın görüngüsü devletin yaptırımları ( otoritesini de kullanarak)  kuvvet ve güç ile suçun karşısına dikilir. Kierkegaard da benzer durumun günah ile Tanrı arasında olduğunu belirtir.  Tanrı’yı reddedip günah işleyen kişi Tanrı ile karşı karşıya kalırken, günah işlemeyenin Tanrı’yla ölene kadar işi olmaz. Bu paradoks bir belirsizliği ve açığa çıkan hakikati gösterir.  Kierkegaard’ın hakikate ilişkin görüşleri bundan sonraki kısımlarda da kendini hissettirecek.


Suç işleyen, diğer insanların davranışlarına sızan evrensel paralelliklerin donukluğunu yıkar. Kendini tekrar eden davranışlar evrensel diziler oluşturur. Değişim ise ‘ethos’un ya da ‘tin’in çok yavaş hareketinde bulunduğundan, ahlaksal dizgeler düzleştirici normlara sahiptir. Suç, hukukun kurallarını tanımamaktan ziyade olanakları sınırlandırılmış ahlak normlarının, alışkanlıkların, ideolojilerin, kültür formlarının, geleneklerin çizdiği kapalı alanın sınırlarında gezinmektir. Bu, oyunun kurallarının dışına çıkmak değil, ‘oyunun sınırları içinde kalmaya söz vermiş ben’in kendinden belirsiz bir süreliğine vazgeçmesidir. Hukuk, ahlak, kültür herkes içindir. Ancak kişi herkes değildir. Her insan aslında hiçbir insandır. Kişinin kendisi olmasının karşısında engel herkes olmasıdır. Herkes olmaya alışan, kendi olmayı çoktan unutmuştur. Herkes, kişiyi içerden sınırlandırır. Bu da evrensel davranışların insanlara sızması anlamına gelir. Öyleyse sınır yine içerdedir. Herkesin insanları sınırlandırdığı içkin sınırın dışı ise şiddettir. Öyleyse iktidar insana içkin, şiddet ise aşkındır. Ancak bu tanım insanlar, toplum ya da herkes için geçerlidir. İnsanın herkes değil kendi olması, kişi olmasının engelini şiddeti içkinleştirerek aşabilir.


Şiddet ile özgürlük arasında Kierkegaard’ın kurduğu ilişki yıkıcı ve politiktir. Çünkü ilişkilerin hypokeimenon’u etik, ousia’sı politiktir. Altında duran sebep psikolojiyle, onu o yapan tözü ise ontolojiyle çözümlenir Kierkegaard’da. Bu iki çözüm ise bir ve aynı şeye, bir hakikate; belirsizliğin belirleyici olduğu bir hakikate götürür. Ancak buradaki problem iki tür özgürlüğün tekmiş gibi görünmesi, açığa çıkan iki tür özgürlükten birinin kendini de yok edici bir yapıya bürünmesidir.


Basit bir şekilde, “ biz varsak ben mümkünüm”, diyen Platoncu kültürün, Hıristiyanlığın tözü olan kutsal ruh ile Aydınlanma’nın dini olan pozitivist – toplumcu damarın birleşmesiyle ortaya çıkan eğilim, evrensel olanın bireysel olana, tümelin tikele egemen kılınmasını beraberinde getirmiştir.  İnsanın kendisi olması ile başkası olması arasındaki gerilim, biçimselleşen akıl tarafından evrenselin tercihini bariz kılar. Evrensel olan, düzene uygun olarak tarif edilen Herkes’in normları insanların davranışlarında somutlaştır. Bu da insanın herkesleşmesine, hiç kimseleşmesine,  yok olmasına sebep olmuştur. Kendi kavramsal icatlarına yenilenler varoluşlarından da uzağa düşerler.


Tercihe yönelik diğer irade göstergesi ise kendini seçmek için evrenseli yıkmaktır. Evrenselin (creatur et creat)  yeryüzünde sürmesi konusunda Aristoteles ile Arendt’in anlaştığı iki nokta bulunur:  Leksis – praksis ya da konuşma ve eyleme. Dilin kalıpları ile eylemlerimize biçim veren davranış şablonları Evrensel’in yeryüzü iktidarındaki ana elemanlardır. Politik ve akılsal olan leksis – praksis birliği yeryüzünün insana egemen olan, kategorik olarak insanın üstünde yer alan Herkes’in otoritesini sunar. Evrensel aklın ya da İde’nin yeryüzündeki politik simgeleri iktidarın fenomenleridir.  Yine de insanlar iktidar söylemlerini özgünlüğü bakımından içselleştirdiklerini sanmaktadırlar. Tümel olanın, kalıp kavramların önce söze sonra eylemlere girmesi, insanın kilitli kalma halini açıklar. Demokrasi, sağ, sol, hak, hukuk, saygı, mülkiyet bu kavramların başında gelir. Her konjonktürde farklı biçimlere uyarlanabilen bu gibi kavramlar birer anahtar sanılır; aslında bunlar açılmaz kilitlerdir. Evrenselin politik ve akılsal yanı işte budur. Evrensellik krallığının duvarları haline gelen normlar, ahlak, hukuk, ilerleme, bilim ve teknoloji sürekli kendini doğrulamaktadır. Tekilin fetişi olan Evrensel ya da Evrensel’in mahkûmu olan tekil arasındaki ilişki politiktir.


En büyük haklarımız olan evrensel haklar bile başkası tarafından verilmiştir. Bunlarla doğan insan, üçüncü bir kol ya da ikinci bir burun hayalini saçma bulduğu kadar bu hakların üstünü ya da arkasını düşünmez, kategorilerinin dışında olan şeyler yadsınır. Verilmiş aklı gerçekleştiren ya da elindeki hazır text’i oynayan tiyatrocu (creature et non creature)  için yapılacak en iyi şey elindekilerden toplumsal bilim yapmak ya da text’i sahnede iyi bir performansla sunmaktır.


Kendini Evrensel’e adamayan, Evrensel’i karşısına alır. Kendinden değil de, kendine münhasır ilinek ve araçlardan ( İbrahim oğlundan; suçlu özgürlüğünden) vazgeçen kendini amaç olarak koymuş kişiyi bulur. Türsel olarak insan değil, kişidir o. Karşısındaki güç ne kadar politikse, kişinin kendi olma yolundaki edimleri de bir o kadar politiktir. Kişi, kendi olurken yıktığı duvarlar, iktidar tarafından şiddet ve suç olarak “adlandırılır” ve buna uygun ceza verme “hareketi” hayata geçirilir. Bir anda görünür olan iktidarı karşısında bulan kişi ( uyum içinde olduğu iktidar içerdeyken dışarı kusulur) kendisi ile kendi olmayan ( Herkes ya da Evrensel) arasından sıyrılır, özgür kişi olur. Bu diyalektik süreç özgürlüğün pratiğidir. İktidarı kusan kendini bulur. Hem amacı (kendi olması)  hem aracı ( olanakları ve aklı) bedeninde birleşir. İçkin bir varoluşu sürdüren bu kişi, kendini duvarlardan azade ederek evrensel belirliliğin değil bireysel belirsizliğin içinde bulur. Paradoksu gören değil deneyimleyen kişi özgürdür. Şiddetli yıkım, leksis-praksis birliği olarak görünen Evrensel’in yeryüzü hakimiyetini, siyasalın hâkim söylemini, güdümlü kamusallığı, iktidarın zorunu tanımama ve bunları aşma girişimidir. Herkes’i, ülkeyi, toplumu, başkasını, diğerini ontolojik olarak yıkmak değil, bunlarla kurulu hakimiyeti ve kişiyi kendi olmaktan alıkoyan kuvveti şiddetle parçalamak özgürlüktür. Çünkü bunların insan üzerindeki otoritesi iktidarı kurarken, bunun dışına şiddet uygulanır. Şiddetle karşılaşmayan, şiddet göstermeyendir ve mahkûm olmaya muktedirdir.


Kişinin kendi olanakları ile ona verilmiş olanaklar arasındaki gerilimde suç ya da günah bulunur. Bu yasak bölgenin topolojik yeri hiçliktir, tanımı yoktur ( Kürtçe savunmaların tanımlanamayan dil olarak geçmesi gibi). Kendi olanın edimlerinin bundan sonra Herkes için adı belirsizdir. Dil, eylemin mantığına içten bağlıdır. Dilin yönlendiremediği alan hiçliktir. Varlık dil yoluyla bir araya gelir, belirlenir, yönetilir. Aradaki ilişki ise mantıksaldır. Mantık ise Evrensel’in sadık bekçisidir. Tüm görevi onu şeyler arasında durmadan doğrulamaktır. Kendi varlığını kendinde bulan ise bu ilişkiyi reddeder. Evrensel’in politik etkinliğini dışına çıkaran kişi, Evrensel’e yabancılaşır. Demek gerekirse, özünü Evrensel’den ya da bir Şey’den almayan insan, varoluşu ile özünü birleştirir. Onun Tanrı’sı kendisidir. Onun bilimi kendi etkinliğidir. Yaşamı şiirdir. Olanakları özgündür. Ahlakla değil tutkuyla eyler. Şiddetin getirdikleri aldıklarından çok fazladır. Evrenselin yıkımı, Evrensel’i redderek Evrensel’i karşısında gören insan sayesindedir. O artık türsel bir tanım değil, bir olanak varlığı, değerlerini kendi yaratan, yaşayan kişidir. Şiddete, suça, günaha açık kapı bırakan, kendine de açık kapı bırakır. Karşısında devleti, iktidarı, Tanrı’yı ya da Evrensel’i bulan, artık onların normları, hukuku ya da mantığında değildir. Onları aşan kişi özgürdür. Kendinde ve kendisi içindir ( creat et non creatur).

Sonuç olarak, şiddet, kişinin kendini belirleyen hapishanenin duvarlarına karşı kullanılmasıyla, normların, hukuki emirlerin, davranış kalıplarının, yönergelerin, geleneklerin ya da kategorik imperatifin buyurduğu söz ve eylem birliğine yönelik politik bir hamle olarak gelişirse, özgürleştiricidir.

Burada haklılık – haksızlık ikilemini pozitif olması dolayısıyla dışarıda bırakırsak, canlı bombacıların özgürler tarafından,  IŞİD’in demokratlar tarafından, düşmanın dostlar tarafından ya da bir simge olarak Doğu’nun Batı tarafından anlaşılamaz, tanımlanamaz olması bu yüzdendir. Kendini patlatarak özgürleştirenin fikirleri dile dökülemez, bir ahlaki dizgeye oturtulamaz. Başkasından, diğerlerinden hatta bir anlamda Evrensel olan üzerinden araçsallaşmış bedeninden vazgeçenin Tanrı’sı ya da bir üst belirleyeni olmaz. Bu da onu yaptıklarında belirsiz olarak özgür bırakır. Kendini Herkes’ten ayıran bazen terörist bazen deli bazen kahraman bazen peygamberdir. Herhangi biri değildir. Onları özgürleştiren verili olanaklara şiddet uygulamalarıdır. Kendi yaşamından vazgeçmek, düzeni yıkmak için insanları yok etmek, devleti yok sayıp suç işlemek, Tanrı’dan vazgeçip günah işlemek bazı araçların elden çıkması anlamına gelse de asıl amaç olan kendi olmayı bir seçenek olmaktan çıkarıp yaşanan bir zamana uyarlar. Ancak burada bir parantez açmak gerekir. Özgürlüğün ousia’sına, ne’liğine başka bir deyişle sonsuza yakınsak olarak kendisine yönelen şiddet her şeyle beraber kendini de yok eder. Terör’ün bugünkü tanımında ayrım yıkıma, ölüme, nihilizme çıkar. Oysa terör, korkudan titreme anlamına gelir. Çünkü belirleyici duvarların yıkımı, Tanrı’nın ölümü, temsilin krize girmesi gibi olaylar kişiyi belirsizliğin sonsuz sularına çeker. Hapishanenin duvarlarını yıkıp kaçan mahkûmların önce toplumdan sonra iktidardan kaçması ve onlardan korkması gibi ya da bir Avrupalıyı öldürenin yine bir Avrupalıyı özgürleştirmesi ve onu karşısına alması gibi Işid terörü ya da sermayenin dünyaya uyguladığı terör, özgürleştirmenin değil, yeni ve ağır sınırlar, duvarlar, normlar, dizgeler sunan bir yapıdadır.

Oysa özgürlük, şiddetin içkin olarak bütün belirleyicilere uygulanmasından doğar. Bütün ilişkilerin Ousia’sını yıkmak toptan yok oluştur. İlişkilerin belirleyen ilineklerine, araçlarına, yani yukarıda saydığımız hukuka, normlara, gelenek ve alışkanlıklara uygulanan şiddet ise özgürleştiricidir. Belirleyenlerin temelinde, arkasında olan ne varsa ona yönelen edimler nihilist değildir. Tersine kişinin kendine dönmesindeki tek yoldur. Açığa çıkan belirsizlik hakikati görünür kılar. Kişinin kendini belirleyen şeylere, kısaca ahlaka… Çünkü ahlak kültürde yerleşik ve verili normların uygulanması haline gelmiştir. Evrensel’in onaylanması, yeryüzüne yansıtılması olagelmiştir. Ahlak, öyleyse ahlaki değildir. Ahlaki olan kişidir; kişi olmaksızın ahlak dizgeleri doktriner öğeler taşır ve kendi kendini yıkar. Bu yüzden şiddet içkin olarak başlamazsa, nihilist toplumların ( Işid, Taliban, Meksika’da Palmitas vs) yaratılmasının önü açılır.

Şiddet konusunda asıl olan, yok etmek değil dünyalı olmanın hatırlanmasıdır. Varoluşun kökensel suçunu, eksikliği, yitimliliği hissetmek; kendi olmanın ayırtına varmak ve bunu örten sis perdesi neyse ona terör uygulamaktır. Bu sırada insan kendiyle karşılaşır. Kendinin efendisi yine kendisidir. İlk günahın aşılamaz izini taşıyan kişi, yine ‘yapma’ denileni yıkıp kendinin kölesi değil efendisi olmuştur.


‘Yapmayacaksın’ denileni yapmak masumiyetin ortadan kalkması anlamına gelmez. Kişi varlığında yalnız olduğu kadar masumdur, anlaşılamaz olduğu ölçüde cesur ve tutkuludur. Masumiyet cesaretten önce gelir, ona eklenir, şiddet açığa çıktığında özgürlük bir tutku durumunu meydana getirir. Ratio’nun dini değil, tutkulu istemenin imanı kişiye kılavuzluk eder. İnsan Ratio’nun düzenine sığamayacak erotik bir varlıktır. Onun aslı çıplak, dilsiz, kendi içinde ve kendi içindir.

 Bir eros varlığı olan insan, içindeki şiddeti yine içinden yükselen evrenselliğe uygularsa şey ya da her şey olmaktan çıkar. Çıkışın bedeli korku ve titremedir. Çıkış anında, şeylerden uzaklaşma, sonsuzla bağlantı kurma gibi durumların insandan aldıkları karşısında belirsiz bir hakikatin sunulacağı bile belli değildir. İnsanın yine de arkasında bıraktığı sonsuzluk kadar çıkış anındaki sonsuz belirsizlik ve sessizlik halini seçmeye özgürlüğü vardır. İkincisini seçen, kişi olarak kendi sorumluluğunun tamamını alır. O artık ne toplumda vatandaş, ne evde eş, ne işte işçidir. O imanı seçerek, şeylerin düzeninden ayrılır. Belirsizlikte bulur kendini. En kıymetli ‘şey’i kurban ederek varoluşunun kökenlerini kendinde bulur.

Kişi olmanın ontolojisindeki bu sekans her zaman karar anlarına tekabül eder. Karar sırasında seçmemiz gereken “ya o ya da diğeri”dir. Gerekli görülen tercihler hep içerdedir. Toplumsal, siyasal ya da kültürel verilerin ışığında salınan tercihlere adarız kendimizi. Oysa bunların dışında olan, kişinin içeri alabileceği tercihler de yaratılabilir. Estetik ya da ahlaki tercihlerin; keyfi ya da doğru tercihlerin dışı vardır. Bu alan ‘Ratio’nun dilinde (Khora gibi) hiçliktir. Çünkü eros varlığının aralığı dışında tanımı yoktur. Dilin mantığından bakılarak anlaşılacak bir yerde değildir.

Burada yeni ve kişiye ait olan bir etik ortaya çıkar. Etik genellikle doğadan, evrenden, üst belirleyenden, kültürden, normlardan ya da toplumsal alışkanlıklardan çıkarsanmıştır. Yapılması gereken neyse onu yapmak ahlaki sayılmıştır. Oysa yapılması gerekeni yapmak doğanın görevidir. Bu alana en çok yakışan felsefe değil fizik ve matematiktir. İnsanın kendi olma sürecinde, ne yapılması gerekenlerin listesi, ne kullanım kılavuzu ne de geçmişteki başarı öykülerinden çıkarılan dersler gerekir. Her kişinin kendi olması özeldir. Biyolojik insandan kişi olmaya geçiş, karar anlarında kendini seçerek, kendi olmayı engelleyen etmenler her neyse onu şiddetle yıkarak gerçekleşebilir. Burada karşılaşılan belirsizlik, tam anlamıyla evrenselin kurallarını da yıkmak ve Herkes tarafından anlaşılmakla aynı anlama gelir. Bir ile çok, tikel ile tümel, 0 ile 1, var ile yok arasında gidip gelen ontolojinin yıkımıdır kişi olmak. Kişi kendi varoluşunun temellerinden, belirsizlikten tekrar bir varlık alanı sunar kendisine. Burada süren hayat iman dolu olmaz; iman tercih edilir ve tercih anlarında kişi kendi tekliğini kurar.


Şeylerin dizgesinden kurtulma – kendiyle karşılaşma- bir tür çılgınlık halidir. Delilik ya da kendini her şeyin ötesinde ilan etme deneyimlerinde bu tür çılgınlıklara rastlanılır. Şeylerden kuşku duyma hali, bir tutkulu yaşam boyutuna dönüşürse, sınırsız bir özgürlük belirirken düzenin saydamlığı yiter. Örneğin, Sokrates en bilge kişinin kendisi olduğu hakikatini tutkulu bir yaşam düzeyinde sürdürmek yerine bunu Ratio’nun düzeyine indirgeyerek şeyler               ( zanaatkarlık gibi) dizgesinde sınamaya kalktı. Bilgeliği evrenselin dolayımında kavramaya kalkıştı ve bir türlü bilge olduğunu kabul edemedi. Ratio, bizi şeylere ait temsillere götürürken; tutku, politik bir çılgınlık haliyle şeyleri örten perdenin arkasına, daha da önemlisi kendimizin temsillerine (dinsel anlamda kul, toplumsal anlamda vatandaş, aile kurumunda eş, piyasada müşteri, sosyolojik anlamda birey, biyolojik anlamda homosapiens, psikolojik anlamda düşünen organizma vb.) değil doğrudan kendi varoluşumuza iter. Ratio’nun dilinde insan sayıdır, kilodur, yaştır, genç ya da olgun, verimli ya da verimsiz, zengin ya da yoksul, ünlü ya da sıradandır.

Ratio, 19.yy’daki pozitivist eğilimlerle güçlenmiş, insanın kendi olmasını hayli zorlaştırmıştır. Aydınlanma ve onun politikası, insanların kendini tanımlamada kullandığı araçları çoğaltarak kendisi ile düşüncesi arasında sayısız duvar örmüştür. Aydınlanma, elbette insanın gelişimini amaçladı, ancak aynı aydınlanma, araçsal ve pozitivist düşünme yöntemini bir din haline getirince araçların önünü alamadı. İnsanın kendini tanımlamada kullandığı sosyolojik, psikolojik, hukuksal ya da diğer araçlar öylesine çoğaldı ki, insan ile kişi arasındaki uçurum gittikçe derinleşti. Evrensel’in yönünden politik bir zafer olarak okunabilecek bu vaziyet, kişinin kendi olması için gerekli araçları da elinden yitirmesi anlamına gelir. Kişi olmak için elde kalan tek Şey yine kendisidir. Kendinden bile vazgeçerek girişilebilecek her eylem bir provokasyon, bir şiddet edimi, bir terör, bir suç ya da günahtır. Uçurumdan atlamak ya da çılgınlıktır uçurumun şeyler düzeninden bakanlar ya da Ratio’nun dilinden düşünenler için aynı zaman da, bir vatandaşın göçmene bakışıdır. Dili dil yapan şey dilin dışını tanımlamasıdır. Dışarıda bırakılanın adı matematiğin dilinde tanımsız, hukukun dilinde suç, dinin dilinde günah, devletin dilinde provokasyon, halkın dilinde terördür. “Olağanüstü hal”i de içinde barındırır Ratio ya da Evrensel. Oysa bu yalnızca dile sahip olan evrenselin araçları açısından doğrudur.


 Kierkegaard’ın bize anlattığı ve anlayamadığımız (anlamamakta da haklı olduğumuz) problem, dışarıdakinin, içerdekinin dilinden bir tanıma sahip olmasına karşılık deneyiminin asla anlaşılamayacak olmasıdır. Paradoks ise çift taraflıdır; içerdeki dışardakini tanımlar ama anlayamaz, dışarıdaki içerdekini anlar ama tanımlayamaz. Bu dışarıda bırakan sessiz deneyim, aşkın eylemin sahibi tarafından seçimsiz bir anda belirsiz ve anlamsız ya da zorunlu ve bilinçli olabilir. Bu karar verilmesi çok zor bir durumdur. Kritik eylemlerimiz üzerine sürekli düşünmemiz, aynı seçimden bazen pişman olup bazen rahatlık duymamız böyledir. Oysa içerdeki açısından bu eylem kolayca tarif edilebilir. İçerdekinin ölçüt olabilecek araçları çoktur. Buna suç, günah ya da deli diyebilir, bundan başka üzerinde düşünebileceği bir içerik yoktur. O, pozitivistçe eylemin biçimine ve sonuçlarına bakar.


Burada en önemli ayrıntı, bu aralıklarda tanımlanan (suçlu, günahkâr, göçmen, deli vs) insanın kendini tanımlarken başvurabileceği araçlardan sıyrılmasındaki kolaylıktır. Bu tanımları veren dilin yıkımı, insanın kendi olmasındaki engellerin de şiddetle yok edilmesidir; bu politik bir hamledir. Çünkü kişi olmak özgür olmaktır, kişinin kendi ethosunu yaratmasıdır; dolayısıyla kuralları ve alışkanlıkları kendine ait kişi özgürdür. Buna engel olmak politikanın bin yıldan uzun süredir başardığı en önemli unsurdur. Kendi varoluşumuzu deneyimlemekten ziyade sınırların dışına çıkabilmek, ufku aşmak, isyan etmek, yapabilmek ya da sürüden ayrılmak… Muhaliflerin de sürekli sözünü ettiği ama bir türlü ucunu insanın kendisine dokunduramadığı sloganlar siyasetin insan yaşamına dolaylı etkilerini görmekten uzaktır. Oysa iktidarın politik çıktılarının tamamı insanı tanımlar ve bu tanımın içinde tutmak için düzenlemelerini geliştirir, yeni düzenlemeler ekler.

Kierkegaard’ın eleştirdiği norm ve kabullerin ortadan kalkmasında geçerli olabilecek şiddet politikleşmediği sürece anlamsızdır. İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye kalkışması ve ardından Tanrı’nın ona koç göndermesi  hikâyesinden bir hakikat öğretisi, pozitivism eleştirisi, etik bir yaşam, tek kişinin önemi ya da kendi olmanın ontolojisini çıkaran Kierkegaard, bir yandan eleştirelliği bir yandan da varoluşçu felsefesi ile Horkheimer, Adorno, Heiddegger, Schmitt,  Foucault, Derrida, Deleuze ve Agamben gibi filozofları dolaylı olarak etkiledi. Bu filozoflar, her ne kadar Kierkegaard etkilenimlerini belli etmekte rahat davranmasalar da, Kierkegaard’ın fikirlerini politikleştirerek özgürlük veya siyasallık alanları aramaya koyuldular. Siyaset felsefesinin son yüzyılda katettiği mesafede tutamaç olarak kullanılan Kierkegaard’ın özgün fikirleri daha çok deşilmeli, siyaset felsefesinin ya da biliminin yeterince siyasal olmayan fikirleri de içeri alması gerekmektedir. Özgürlüğün engeli fikirlerin iradi olarak gerçekleşememesi ise, fikirlerin zenginliği kişiler için de özgürleştiricidir.

Sonuç olarak, şiddet ile özgürlük bir yandan ontolojik bir yandan da politik olarak, daha önemlisi ikisinin karmaşık ilişkisini baz alarak hayatın derinliklerinde az ya da çok etkindirler. Şiddet ile özgürlük ilişkisini politik bir argüman olarak kullanmak demek, yukarda anlatılan ontolojik kopuşun da bir denemesi sayılabilir.






KAYNAKÇA:


Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme
Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
Søren Kierkegaard, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe
Hannah Arendt, Şiddet Üzerine
Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
Max Horkheimer, Akıl Tutulması
Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine
Platon, Timaios
Alain Badiou, Sonsuz Düşünce