Şiddet ile iktidar
arasındaki ayrım söz konusu olduğunda genelde bu ikisinin birbirini dışlayan
yönleri betimlenir. İktidarı yok sayarak bir şiddet ediminde bulunmak otoriteyi
de reddetmek demektir. Bu noktada kuvvet ortaya çıkar. İktidarın devlete içkin
yapısı, bir anda dikenlerini açığa çıkaran kirpi gibi kuvvetini ortaya çıkarmak
ister. Bu kuvvetin potansiyelden gerçekliğe geçişini sağlayan şey ise iktidarın
elindeki politik gücü kullanabilmesine, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
uyuma ve yetkinliğine bağlıdır. İktidarı belirleyen tam yetkinlik ile irade
sahibi olamamak arasındaki salınımdır. Bu da politikayı açığa çıkarmaya zorlar.
İktidarın görevi normal ile normal olmayan durum arasında bilimsel kararlar
vermek, normali destekleyip normal olmayanın karşısına dikilmektir. İktidar
karşısında “a-normal” bir durum tespit etmişse onu kendi içinde tutabilmek için
uğraşır. Ancak bunu bir tür dışlama yöntemini de işin içine sokarak halleder.
Suç olarak kabul edilen bir davranışta bulunan kişi, devlete ait hapishanelerde
tutulur. Ancak hapishaneler içerdedir, topluma içkin mekânlardır. Suçlu hala
suçludur; toplumun kabul ettiği sınırlar içinde ama yine de toplumun
dışındadır. İktidar bu kabulü suçun politik tanımı, ahlaki değerleri
yıkması, hukukun dışında yer alması ve “pozitif haklara saldırısı” üzerinden
tanımlar. Devlet, işleyişini sürdürmek için suça gereksinim duyar.
Devlet, iktidarı aracılığıyla yapacak tespit bulamazsa gereksizleşir.
Sosyalizmden komünizme geçişin can alıcı noktası da yine burasıdır. Ancak bu
paradoks devlete değil suça ait bir belirleyendir.
Suç iktidarın
tanınmaması anına tekabül eder. İktidarın yüzü, insanlara ya da topluma
tanıdığı olanakların içinde kalındığı sürece kapalıdır. Ne zaman ki normalin
dışında bir sapma fark edilir, iktidar cisimleştiği devlette (özellikle
güvenlik gücüyle) yüzünü gösteren Medusa gibi açığa çıkar. İktidara rıza
gösterene iktidar görünmezken onu yok sayıp suç işleyen insan iktidarla
karşılaşır. İktidarın görüngüsü devletin yaptırımları ( otoritesini de
kullanarak) kuvvet ve güç ile suçun karşısına dikilir. Kierkegaard da
benzer durumun günah ile Tanrı arasında olduğunu belirtir. Tanrı’yı
reddedip günah işleyen kişi Tanrı ile karşı karşıya kalırken, günah işlemeyenin
Tanrı’yla ölene kadar işi olmaz. Bu paradoks bir belirsizliği ve açığa çıkan
hakikati gösterir. Kierkegaard’ın hakikate ilişkin görüşleri bundan
sonraki kısımlarda da kendini hissettirecek.
Suç işleyen, diğer
insanların davranışlarına sızan evrensel paralelliklerin donukluğunu yıkar.
Kendini tekrar eden davranışlar evrensel diziler oluşturur. Değişim ise
‘ethos’un ya da ‘tin’in çok yavaş hareketinde bulunduğundan, ahlaksal dizgeler
düzleştirici normlara sahiptir. Suç, hukukun kurallarını tanımamaktan ziyade
olanakları sınırlandırılmış ahlak normlarının, alışkanlıkların, ideolojilerin,
kültür formlarının, geleneklerin çizdiği kapalı alanın sınırlarında
gezinmektir. Bu, oyunun kurallarının dışına çıkmak değil, ‘oyunun sınırları
içinde kalmaya söz vermiş ben’in kendinden belirsiz bir süreliğine
vazgeçmesidir. Hukuk, ahlak, kültür herkes içindir. Ancak kişi herkes değildir.
Her insan aslında hiçbir insandır. Kişinin kendisi olmasının karşısında engel
herkes olmasıdır. Herkes olmaya alışan, kendi olmayı çoktan unutmuştur. Herkes,
kişiyi içerden sınırlandırır. Bu da evrensel davranışların insanlara sızması
anlamına gelir. Öyleyse sınır yine içerdedir. Herkesin insanları
sınırlandırdığı içkin sınırın dışı ise şiddettir. Öyleyse iktidar insana içkin,
şiddet ise aşkındır. Ancak bu tanım insanlar, toplum ya da herkes için
geçerlidir. İnsanın herkes değil kendi olması, kişi olmasının engelini şiddeti içkinleştirerek
aşabilir.
Şiddet ile özgürlük
arasında Kierkegaard’ın kurduğu ilişki yıkıcı ve politiktir. Çünkü ilişkilerin
hypokeimenon’u etik, ousia’sı politiktir. Altında duran sebep psikolojiyle, onu
o yapan tözü ise ontolojiyle çözümlenir Kierkegaard’da. Bu iki çözüm ise bir ve
aynı şeye, bir hakikate; belirsizliğin belirleyici olduğu bir hakikate götürür.
Ancak buradaki problem iki tür özgürlüğün tekmiş gibi görünmesi, açığa çıkan
iki tür özgürlükten birinin kendini de yok edici bir yapıya bürünmesidir.
Basit bir şekilde, “
biz varsak ben mümkünüm”, diyen Platoncu kültürün, Hıristiyanlığın tözü olan
kutsal ruh ile Aydınlanma’nın dini olan pozitivist – toplumcu damarın
birleşmesiyle ortaya çıkan eğilim, evrensel olanın bireysel olana, tümelin
tikele egemen kılınmasını beraberinde getirmiştir. İnsanın kendisi olması
ile başkası olması arasındaki gerilim, biçimselleşen akıl tarafından evrenselin
tercihini bariz kılar. Evrensel olan, düzene uygun olarak tarif edilen
Herkes’in normları insanların davranışlarında somutlaştır. Bu da insanın
herkesleşmesine, hiç kimseleşmesine, yok olmasına sebep olmuştur. Kendi
kavramsal icatlarına yenilenler varoluşlarından da uzağa düşerler.
Tercihe yönelik
diğer irade göstergesi ise kendini seçmek için evrenseli yıkmaktır. Evrenselin
(creatur et creat) yeryüzünde sürmesi konusunda Aristoteles ile Arendt’in
anlaştığı iki nokta bulunur: Leksis – praksis ya da konuşma ve eyleme.
Dilin kalıpları ile eylemlerimize biçim veren davranış şablonları Evrensel’in yeryüzü
iktidarındaki ana elemanlardır. Politik ve akılsal olan leksis – praksis
birliği yeryüzünün insana egemen olan, kategorik olarak insanın üstünde yer
alan Herkes’in otoritesini sunar. Evrensel aklın ya da İde’nin yeryüzündeki
politik simgeleri iktidarın fenomenleridir. Yine de insanlar iktidar
söylemlerini özgünlüğü bakımından içselleştirdiklerini sanmaktadırlar. Tümel
olanın, kalıp kavramların önce söze sonra eylemlere girmesi, insanın kilitli
kalma halini açıklar. Demokrasi, sağ, sol, hak, hukuk, saygı, mülkiyet bu
kavramların başında gelir. Her konjonktürde farklı biçimlere uyarlanabilen bu
gibi kavramlar birer anahtar sanılır; aslında bunlar açılmaz kilitlerdir.
Evrenselin politik ve akılsal yanı işte budur. Evrensellik krallığının
duvarları haline gelen normlar, ahlak, hukuk, ilerleme, bilim ve teknoloji
sürekli kendini doğrulamaktadır. Tekilin fetişi olan Evrensel ya da Evrensel’in
mahkûmu olan tekil arasındaki ilişki politiktir.
En büyük haklarımız
olan evrensel haklar bile başkası tarafından verilmiştir. Bunlarla doğan insan,
üçüncü bir kol ya da ikinci bir burun hayalini saçma bulduğu kadar bu hakların
üstünü ya da arkasını düşünmez, kategorilerinin dışında olan şeyler yadsınır.
Verilmiş aklı gerçekleştiren ya da elindeki hazır text’i oynayan tiyatrocu (creature
et non creature) için yapılacak en iyi şey elindekilerden toplumsal bilim
yapmak ya da text’i sahnede iyi bir performansla sunmaktır.
Kendini Evrensel’e
adamayan, Evrensel’i karşısına alır. Kendinden değil de, kendine münhasır
ilinek ve araçlardan ( İbrahim oğlundan; suçlu özgürlüğünden) vazgeçen kendini
amaç olarak koymuş kişiyi bulur. Türsel olarak insan değil, kişidir o.
Karşısındaki güç ne kadar politikse, kişinin kendi olma yolundaki edimleri de
bir o kadar politiktir. Kişi, kendi olurken yıktığı duvarlar, iktidar
tarafından şiddet ve suç olarak “adlandırılır” ve buna uygun ceza verme
“hareketi” hayata geçirilir. Bir anda görünür olan iktidarı karşısında bulan
kişi ( uyum içinde olduğu iktidar içerdeyken dışarı kusulur) kendisi ile kendi olmayan
( Herkes ya da Evrensel) arasından sıyrılır, özgür kişi olur. Bu diyalektik
süreç özgürlüğün pratiğidir. İktidarı kusan kendini bulur. Hem amacı (kendi
olması) hem aracı ( olanakları ve aklı) bedeninde birleşir. İçkin bir
varoluşu sürdüren bu kişi, kendini duvarlardan azade ederek evrensel
belirliliğin değil bireysel belirsizliğin içinde bulur. Paradoksu gören değil
deneyimleyen kişi özgürdür. Şiddetli yıkım, leksis-praksis birliği olarak
görünen Evrensel’in yeryüzü hakimiyetini, siyasalın hâkim söylemini, güdümlü
kamusallığı, iktidarın zorunu tanımama ve bunları aşma girişimidir. Herkes’i,
ülkeyi, toplumu, başkasını, diğerini ontolojik olarak yıkmak değil, bunlarla
kurulu hakimiyeti ve kişiyi kendi olmaktan alıkoyan kuvveti şiddetle parçalamak
özgürlüktür. Çünkü bunların insan üzerindeki otoritesi iktidarı kurarken, bunun
dışına şiddet uygulanır. Şiddetle karşılaşmayan, şiddet göstermeyendir ve
mahkûm olmaya muktedirdir.
Kişinin kendi
olanakları ile ona verilmiş olanaklar arasındaki gerilimde suç ya da günah
bulunur. Bu yasak bölgenin topolojik yeri hiçliktir, tanımı yoktur ( Kürtçe
savunmaların tanımlanamayan dil olarak geçmesi gibi). Kendi olanın edimlerinin
bundan sonra Herkes için adı belirsizdir. Dil, eylemin mantığına içten
bağlıdır. Dilin yönlendiremediği alan hiçliktir. Varlık dil yoluyla bir araya
gelir, belirlenir, yönetilir. Aradaki ilişki ise mantıksaldır. Mantık ise
Evrensel’in sadık bekçisidir. Tüm görevi onu şeyler arasında durmadan
doğrulamaktır. Kendi varlığını kendinde bulan ise bu ilişkiyi reddeder.
Evrensel’in politik etkinliğini dışına çıkaran kişi, Evrensel’e yabancılaşır.
Demek gerekirse, özünü Evrensel’den ya da bir Şey’den almayan insan, varoluşu
ile özünü birleştirir. Onun Tanrı’sı kendisidir. Onun bilimi kendi etkinliğidir.
Yaşamı şiirdir. Olanakları özgündür. Ahlakla değil tutkuyla eyler. Şiddetin
getirdikleri aldıklarından çok fazladır. Evrenselin yıkımı, Evrensel’i redderek
Evrensel’i karşısında gören insan sayesindedir. O artık türsel bir tanım değil,
bir olanak varlığı, değerlerini kendi yaratan, yaşayan kişidir. Şiddete, suça,
günaha açık kapı bırakan, kendine de açık kapı bırakır. Karşısında devleti,
iktidarı, Tanrı’yı ya da Evrensel’i bulan, artık onların normları, hukuku ya da
mantığında değildir. Onları aşan kişi özgürdür. Kendinde ve kendisi içindir (
creat et non creatur).
Sonuç olarak,
şiddet, kişinin kendini belirleyen hapishanenin duvarlarına karşı
kullanılmasıyla, normların, hukuki emirlerin, davranış kalıplarının,
yönergelerin, geleneklerin ya da kategorik imperatifin buyurduğu söz ve eylem
birliğine yönelik politik bir hamle olarak gelişirse, özgürleştiricidir.
Burada haklılık –
haksızlık ikilemini pozitif olması dolayısıyla dışarıda bırakırsak, canlı
bombacıların özgürler tarafından, IŞİD’in demokratlar tarafından,
düşmanın dostlar tarafından ya da bir simge olarak Doğu’nun Batı tarafından
anlaşılamaz, tanımlanamaz olması bu yüzdendir. Kendini patlatarak
özgürleştirenin fikirleri dile dökülemez, bir ahlaki dizgeye oturtulamaz.
Başkasından, diğerlerinden hatta bir anlamda Evrensel olan üzerinden
araçsallaşmış bedeninden vazgeçenin Tanrı’sı ya da bir üst belirleyeni olmaz.
Bu da onu yaptıklarında belirsiz olarak özgür bırakır. Kendini Herkes’ten
ayıran bazen terörist bazen deli bazen kahraman bazen peygamberdir. Herhangi
biri değildir. Onları özgürleştiren verili olanaklara şiddet uygulamalarıdır.
Kendi yaşamından vazgeçmek, düzeni yıkmak için insanları yok etmek, devleti yok
sayıp suç işlemek, Tanrı’dan vazgeçip günah işlemek bazı araçların elden
çıkması anlamına gelse de asıl amaç olan kendi olmayı bir seçenek olmaktan
çıkarıp yaşanan bir zamana uyarlar. Ancak burada bir parantez açmak gerekir.
Özgürlüğün ousia’sına, ne’liğine başka bir deyişle sonsuza yakınsak olarak
kendisine yönelen şiddet her şeyle beraber kendini de yok eder. Terör’ün
bugünkü tanımında ayrım yıkıma, ölüme, nihilizme çıkar. Oysa terör, korkudan
titreme anlamına gelir. Çünkü belirleyici duvarların yıkımı, Tanrı’nın ölümü,
temsilin krize girmesi gibi olaylar kişiyi belirsizliğin sonsuz sularına çeker.
Hapishanenin duvarlarını yıkıp kaçan mahkûmların önce toplumdan sonra
iktidardan kaçması ve onlardan korkması gibi ya da bir Avrupalıyı öldürenin
yine bir Avrupalıyı özgürleştirmesi ve onu karşısına alması gibi Işid terörü ya
da sermayenin dünyaya uyguladığı terör, özgürleştirmenin değil, yeni ve ağır
sınırlar, duvarlar, normlar, dizgeler sunan bir yapıdadır.
Oysa özgürlük,
şiddetin içkin olarak bütün belirleyicilere uygulanmasından doğar. Bütün
ilişkilerin Ousia’sını yıkmak toptan yok oluştur. İlişkilerin belirleyen
ilineklerine, araçlarına, yani yukarıda saydığımız hukuka, normlara, gelenek ve
alışkanlıklara uygulanan şiddet ise özgürleştiricidir. Belirleyenlerin
temelinde, arkasında olan ne varsa ona yönelen edimler nihilist değildir.
Tersine kişinin kendine dönmesindeki tek yoldur. Açığa çıkan belirsizlik
hakikati görünür kılar. Kişinin kendini belirleyen şeylere, kısaca ahlaka… Çünkü
ahlak kültürde yerleşik ve verili normların uygulanması haline gelmiştir.
Evrensel’in onaylanması, yeryüzüne yansıtılması olagelmiştir. Ahlak, öyleyse
ahlaki değildir. Ahlaki olan kişidir; kişi olmaksızın ahlak dizgeleri doktriner
öğeler taşır ve kendi kendini yıkar. Bu yüzden şiddet içkin olarak başlamazsa,
nihilist toplumların ( Işid, Taliban, Meksika’da Palmitas vs) yaratılmasının
önü açılır.
Şiddet konusunda
asıl olan, yok etmek değil dünyalı olmanın hatırlanmasıdır. Varoluşun kökensel
suçunu, eksikliği, yitimliliği hissetmek; kendi olmanın ayırtına varmak ve bunu
örten sis perdesi neyse ona terör uygulamaktır. Bu sırada insan kendiyle
karşılaşır. Kendinin efendisi yine kendisidir. İlk günahın aşılamaz izini
taşıyan kişi, yine ‘yapma’ denileni yıkıp kendinin kölesi değil efendisi
olmuştur.
‘Yapmayacaksın’
denileni yapmak masumiyetin ortadan kalkması anlamına gelmez. Kişi varlığında
yalnız olduğu kadar masumdur, anlaşılamaz olduğu ölçüde cesur ve tutkuludur.
Masumiyet cesaretten önce gelir, ona eklenir, şiddet açığa çıktığında özgürlük
bir tutku durumunu meydana getirir. Ratio’nun dini değil, tutkulu istemenin
imanı kişiye kılavuzluk eder. İnsan Ratio’nun düzenine sığamayacak erotik bir
varlıktır. Onun aslı çıplak, dilsiz, kendi içinde ve kendi içindir.
Bir eros varlığı olan insan, içindeki şiddeti
yine içinden yükselen evrenselliğe uygularsa şey ya da her şey olmaktan çıkar. Çıkışın
bedeli korku ve titremedir. Çıkış anında, şeylerden uzaklaşma, sonsuzla
bağlantı kurma gibi durumların insandan aldıkları karşısında belirsiz bir
hakikatin sunulacağı bile belli değildir. İnsanın yine de arkasında bıraktığı
sonsuzluk kadar çıkış anındaki sonsuz belirsizlik ve sessizlik halini seçmeye
özgürlüğü vardır. İkincisini seçen, kişi olarak kendi sorumluluğunun tamamını
alır. O artık ne toplumda vatandaş, ne evde eş, ne işte işçidir. O imanı
seçerek, şeylerin düzeninden ayrılır. Belirsizlikte bulur kendini. En kıymetli
‘şey’i kurban ederek varoluşunun kökenlerini kendinde bulur.
Kişi olmanın
ontolojisindeki bu sekans her zaman karar anlarına tekabül eder. Karar
sırasında seçmemiz gereken “ya o ya da diğeri”dir. Gerekli görülen tercihler
hep içerdedir. Toplumsal, siyasal ya da kültürel verilerin ışığında salınan
tercihlere adarız kendimizi. Oysa bunların dışında olan, kişinin içeri
alabileceği tercihler de yaratılabilir. Estetik ya da ahlaki tercihlerin; keyfi
ya da doğru tercihlerin dışı vardır. Bu alan ‘Ratio’nun dilinde (Khora gibi)
hiçliktir. Çünkü eros varlığının aralığı dışında tanımı yoktur. Dilin
mantığından bakılarak anlaşılacak bir yerde değildir.
Burada yeni ve
kişiye ait olan bir etik ortaya çıkar. Etik genellikle doğadan, evrenden, üst
belirleyenden, kültürden, normlardan ya da toplumsal alışkanlıklardan
çıkarsanmıştır. Yapılması gereken neyse onu yapmak ahlaki sayılmıştır. Oysa
yapılması gerekeni yapmak doğanın görevidir. Bu alana en çok yakışan felsefe
değil fizik ve matematiktir. İnsanın kendi olma sürecinde, ne yapılması
gerekenlerin listesi, ne kullanım kılavuzu ne de geçmişteki başarı öykülerinden
çıkarılan dersler gerekir. Her kişinin kendi olması özeldir. Biyolojik insandan
kişi olmaya geçiş, karar anlarında kendini seçerek, kendi olmayı engelleyen
etmenler her neyse onu şiddetle yıkarak gerçekleşebilir. Burada karşılaşılan
belirsizlik, tam anlamıyla evrenselin kurallarını da yıkmak ve Herkes
tarafından anlaşılmakla aynı anlama gelir. Bir ile çok, tikel ile tümel, 0 ile
1, var ile yok arasında gidip gelen ontolojinin yıkımıdır kişi olmak. Kişi
kendi varoluşunun temellerinden, belirsizlikten tekrar bir varlık alanı sunar
kendisine. Burada süren hayat iman dolu olmaz; iman tercih edilir ve tercih
anlarında kişi kendi tekliğini kurar.
Şeylerin dizgesinden
kurtulma – kendiyle karşılaşma- bir tür çılgınlık halidir. Delilik ya da
kendini her şeyin ötesinde ilan etme deneyimlerinde bu tür çılgınlıklara
rastlanılır. Şeylerden kuşku duyma hali, bir tutkulu yaşam boyutuna dönüşürse,
sınırsız bir özgürlük belirirken düzenin saydamlığı yiter. Örneğin, Sokrates en
bilge kişinin kendisi olduğu hakikatini tutkulu bir yaşam düzeyinde sürdürmek
yerine bunu Ratio’nun düzeyine indirgeyerek şeyler ( zanaatkarlık gibi) dizgesinde sınamaya
kalktı. Bilgeliği evrenselin dolayımında kavramaya kalkıştı ve bir türlü bilge
olduğunu kabul edemedi. Ratio, bizi şeylere ait temsillere götürürken; tutku, politik
bir çılgınlık haliyle şeyleri örten perdenin arkasına, daha da önemlisi
kendimizin temsillerine (dinsel anlamda kul, toplumsal anlamda vatandaş, aile
kurumunda eş, piyasada müşteri, sosyolojik anlamda birey, biyolojik anlamda
homosapiens, psikolojik anlamda düşünen organizma vb.) değil doğrudan kendi
varoluşumuza iter. Ratio’nun dilinde insan sayıdır, kilodur, yaştır, genç ya da
olgun, verimli ya da verimsiz, zengin ya da yoksul, ünlü ya da sıradandır.
Ratio, 19.yy’daki
pozitivist eğilimlerle güçlenmiş, insanın kendi olmasını hayli zorlaştırmıştır.
Aydınlanma ve onun politikası, insanların kendini tanımlamada kullandığı
araçları çoğaltarak kendisi ile düşüncesi arasında sayısız duvar örmüştür.
Aydınlanma, elbette insanın gelişimini amaçladı, ancak aynı aydınlanma, araçsal
ve pozitivist düşünme yöntemini bir din haline getirince araçların önünü
alamadı. İnsanın kendini tanımlamada kullandığı sosyolojik, psikolojik,
hukuksal ya da diğer araçlar öylesine çoğaldı ki, insan ile kişi arasındaki
uçurum gittikçe derinleşti. Evrensel’in yönünden politik bir zafer olarak
okunabilecek bu vaziyet, kişinin kendi olması için gerekli araçları da elinden
yitirmesi anlamına gelir. Kişi olmak için elde kalan tek Şey yine kendisidir.
Kendinden bile vazgeçerek girişilebilecek her eylem bir provokasyon, bir şiddet
edimi, bir terör, bir suç ya da günahtır. Uçurumdan atlamak ya da çılgınlıktır
uçurumun şeyler düzeninden bakanlar ya da Ratio’nun dilinden düşünenler için
aynı zaman da, bir vatandaşın göçmene bakışıdır. Dili dil yapan şey dilin
dışını tanımlamasıdır. Dışarıda bırakılanın adı matematiğin dilinde tanımsız,
hukukun dilinde suç, dinin dilinde günah, devletin dilinde provokasyon, halkın
dilinde terördür. “Olağanüstü hal”i de içinde barındırır Ratio ya da Evrensel.
Oysa bu yalnızca dile sahip olan evrenselin araçları açısından doğrudur.
Kierkegaard’ın bize anlattığı ve
anlayamadığımız (anlamamakta da haklı olduğumuz) problem, dışarıdakinin, içerdekinin
dilinden bir tanıma sahip olmasına karşılık deneyiminin asla anlaşılamayacak
olmasıdır. Paradoks ise çift taraflıdır; içerdeki dışardakini tanımlar ama
anlayamaz, dışarıdaki içerdekini anlar ama tanımlayamaz. Bu dışarıda bırakan sessiz
deneyim, aşkın eylemin sahibi tarafından seçimsiz bir anda belirsiz ve anlamsız
ya da zorunlu ve bilinçli olabilir. Bu karar verilmesi çok zor bir durumdur.
Kritik eylemlerimiz üzerine sürekli düşünmemiz, aynı seçimden bazen pişman olup
bazen rahatlık duymamız böyledir. Oysa içerdeki açısından bu eylem kolayca
tarif edilebilir. İçerdekinin ölçüt olabilecek araçları çoktur. Buna suç, günah
ya da deli diyebilir, bundan başka üzerinde düşünebileceği bir içerik yoktur. O,
pozitivistçe eylemin biçimine ve sonuçlarına bakar.
Burada en önemli
ayrıntı, bu aralıklarda tanımlanan (suçlu, günahkâr, göçmen, deli vs) insanın
kendini tanımlarken başvurabileceği araçlardan sıyrılmasındaki kolaylıktır. Bu
tanımları veren dilin yıkımı, insanın kendi olmasındaki engellerin de şiddetle
yok edilmesidir; bu politik bir hamledir. Çünkü kişi olmak özgür olmaktır, kişinin
kendi ethosunu yaratmasıdır; dolayısıyla kuralları ve alışkanlıkları kendine
ait kişi özgürdür. Buna engel olmak politikanın bin yıldan uzun süredir
başardığı en önemli unsurdur. Kendi varoluşumuzu deneyimlemekten ziyade
sınırların dışına çıkabilmek, ufku aşmak, isyan etmek, yapabilmek ya da sürüden
ayrılmak… Muhaliflerin de sürekli sözünü ettiği ama bir türlü ucunu insanın
kendisine dokunduramadığı sloganlar siyasetin insan yaşamına dolaylı etkilerini
görmekten uzaktır. Oysa iktidarın politik çıktılarının tamamı insanı tanımlar
ve bu tanımın içinde tutmak için düzenlemelerini geliştirir, yeni düzenlemeler
ekler.
Kierkegaard’ın
eleştirdiği norm ve kabullerin ortadan kalkmasında geçerli olabilecek şiddet
politikleşmediği sürece anlamsızdır. İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye
kalkışması ve ardından Tanrı’nın ona koç göndermesi hikâyesinden bir hakikat öğretisi, pozitivism
eleştirisi, etik bir yaşam, tek kişinin önemi ya da kendi olmanın ontolojisini
çıkaran Kierkegaard, bir yandan eleştirelliği bir yandan da varoluşçu felsefesi
ile Horkheimer, Adorno, Heiddegger, Schmitt,
Foucault, Derrida, Deleuze ve Agamben gibi
filozofları dolaylı olarak etkiledi. Bu filozoflar, her ne kadar Kierkegaard
etkilenimlerini belli etmekte rahat davranmasalar da, Kierkegaard’ın
fikirlerini politikleştirerek özgürlük veya siyasallık alanları aramaya
koyuldular. Siyaset felsefesinin son yüzyılda katettiği mesafede tutamaç olarak
kullanılan Kierkegaard’ın özgün fikirleri daha çok deşilmeli, siyaset
felsefesinin ya da biliminin yeterince siyasal olmayan fikirleri de içeri
alması gerekmektedir. Özgürlüğün engeli fikirlerin iradi olarak gerçekleşememesi
ise, fikirlerin zenginliği kişiler için de özgürleştiricidir.
Sonuç olarak, şiddet ile özgürlük
bir yandan ontolojik bir yandan da politik olarak, daha önemlisi ikisinin
karmaşık ilişkisini baz alarak hayatın derinliklerinde az ya da çok
etkindirler. Şiddet ile özgürlük ilişkisini politik bir argüman olarak
kullanmak demek, yukarda anlatılan ontolojik kopuşun da bir denemesi sayılabilir.
KAYNAKÇA:
Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme
Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
Søren Kierkegaard, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe
Hannah Arendt, Şiddet Üzerine
Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
Max Horkheimer, Akıl Tutulması
Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine
Platon, Timaios
Alain Badiou, Sonsuz Düşünce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder