ÖZET
Frankfurt Okulu’un önde gelen
isimlerinden Horkheimer ve Adorno, içinde bulundukları çağın sorunlarını açığa
çıkarmak ve gidermek için bu sorunların tarihsel bağlamlarını çözümlerler. Diyalektik
bir yöntemle yaptıkları çözümleme, onları akıl eleştirisi aracılığıyla
aydınlanma eleştirisine götürür.
Horkheimer, Akıl Tutulması adlı çalışmasında, aklı nesnel ve öznel olarak ikiye
ayırır. Nesnel akıl hedefleri belirlemek, bu hedefleri denetlemek, olay ve
olguları tarihsel bütünlüğü içinde değerlendirmek ve insan ufkunu genişletmek
gibi misyonları üstlenir. Öznel akıl ise daha gündelik ve verime yönelik
çalışan, verili hedefe odaklanmış, araçları belirleyen akıldır. Bu iki akıl
türünün, birbirinin egemenliğine girmemesi gerekir çünkü görevleri farklıdır.
Aydınlanmayla birlikte kapitalizm, kendi devamlılığı için öznel aklı öne
çıkarmış; daha pratik, hazırcı, kolaycı bir tip yaratmak istemiştir. Bu da
nesnel aklın yani amaçların araçlar için kurban edilmesine olanak sağlamıştır.
Araçsallaşan akıl eleştirmeyi bırakır ve verili hedeflere varmaya çalışan bir
nesneye dönüşür. Aydınlanma’nın özgürleştirici ideolojisi yerini özgürlüğün
olanağını askıya alan despotizme bırakacak kapıyı açık unutmuştur: bilim ve
teknik.
Aydınlanma her ne kadar mitleri yok ederek
aklın ve özgür insan iradesinin ortaya konması olarak lanse edilse de, aydınlanmadan
nasiplenen sınıfın politik amaçlarına kurban giden yine bu ikisi olmuştur.
Bilim ve teknik (teknoloji) yeni bir mit olmuş ve her kilidi açan anahtar
olarak görülmüştür. Düşünce dünyasındaki karşılığı pozitivizm olan bu yöntem,
aklın kullanımını da belli biçimlere indirgeyerek onun amaçlar koyan yanını
esir almıştır. Bilimin aracı olan akıl, yürürlükteki ideolojinin finanse ettiği
bilimi olumlamak ve yeniden üretmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Aydınlanmayla beraber akıl, toplumsal yapıyı dönüştüren özne değil, toplumsal
olanın amaçlarının gerçekleştiği mekan olmuştur. Öznel akıl nesnel aklın önüne
geçtiğinde, özne de öznel aklın bir nesnesi haline gelir. Pozitivist bilim
anlayışı, özneyi nesnenin egemeni haline getirerek, amaçlar için her şeyi
araçlaştırır. Öznel ve nesnel bütünlüğünü yitiren ve araçsallaşan aklın
ürettiği bilim de dolayısıyla insana yer vermekten kaçınır. Dahası araçsallaşan
akıl doğayı da kendine nesne haline getirir. 19. yüzyılda ise toplum bir
nesneye / olguya dönüşür ve akılcılaşmayla beraber toplum da kontrol edilebilir
bir hal alır. Fiziki bir nesneye benzetilen toplum canlılığını kaybeder.
Aydınlanmanın amaçları da böylece tersine dönmüş olur.
Aklın araçsallaşmasının sonuçları
yıkıcı olmuştur. Adalet, eşitlik, mutluluk, iyi yaşam gibi geçmiş yüzyıllarda
aklın doğasında var olduğu ya da gücünü akıldan aldığı varsayılan bütün kavramlar,
düşünsel köklerinden kopmuşlardır. Hala birer amaçtırlar, ama onları
değerlendirecek ve nesnel gerçekliğe bağlayacak rasyonel bir etmen yoktur.
Öyleyse denebilir ki, aydınlanmanın kendi içinde barındırdığı potansiyelde
kendine ket vuracak kuvvetler de bulunmaktadır. Aydınlanma projesi, içkin
sorunları dolayısıyla başarısız olmuş, hatta despotizm ve faşizm yine bu ideoloji
içinden doğmuştur. Adorno, bütün despotik yönelimlerin kaynağını düşünme imkânının
sınırlandırıldığı, engellendiği yerlerde görür. Öznenin nesneleştiği, aklın
araçsallaştığı, içkin ve tek olanın aşkın ve bütün olana kurban edildiği,
inorganik olanın organik olana itimat ettiği noktada aydınlanma sona ermiş,
bunalım ve despotizme kapı açan döneme girilmiştir. İşte diyalektik olan nokta,
çözümlenmesi gereken sorunların kaynağı buradadır.
Eleştirel kuramın içerimi olan
içkin ve felsefi eleştiri, insanların düşünce ve deneyimlerinin zorunluluktan
kaynaklanmadığını belirtir. Bu yüzden bilimsel ve toplumsal yasalar, normlar
eleştiri süzgecinden geçirilmelidir. Gerçeklik karşısında hep eksik olan
kavramlara sorular yönelten felsefe, dünyayı değiştirmek için gerekli ön
koşuldur. Düşünmek ile eylem arasındaki diyalektik birliktelikte felsefenin
soru sormadaki etkin rolü önemlidir. Felsefe bilimin mitlerinden ayrıksı olarak
soru sorarken özgürdür ve nesnel aklın hala yürürlükte olduğu yegane eleştiri
silahıdır. Ne doğayı ne toplumu ne de insanı nesneleştirmemiş felsefe, amaçlara
yönelir ve bu amaç ‘iyi yaşam’dır. Aydınlanmanın yerini despotik yönetimlere
bıraktığı çağda ‘iyi yaşam’ fikrine dönmemiz, felsefe ve içkin eleştiri
sayesinde olabilir. İçkin eleştiri, toplumun durumuna ve bu durumu yaratan
tahakküm ilişkilerinin epistemolojik tahlilini kapsar. İdeolojik olan bu
tahakküm kurucu mevziler, yine içeriden yani kendi teori ve pratikleri
üzerinden eleştirilir. Geleneksel olan aşkın eleştiri ise, daha çok ahlaki bir
eleştiri sunar. Mevcut durumun ilkesini ya da ona gücünü veren ahlaki dayanağa
karşılık daha iyi ya da ideal denebilecek bir ahlak önerisi üzerinden sunulan
eleştiriler hep havada kalmıştır. Oysa Frankfurt Okulu’nun eleştiri çizgisi
epistemoloji üzerinedir. Çarpık gerçeklik ile çarpıtılmış bilincin ilişkisi bir
epistemolojik ilişki olduğu için, okul geleneksel teoriyi terk eder. Böylece
bir bilim ( pozitivizm) eleştirisine ulaşılmıştır. Bilim, incelediği dünya ile
kendisi arasında duvar örer. Oysa bilimci ile yaşadığı dünya arasında
süreklilik vardır. Bu sürekliliği kopartan bilim, toplum ve hatta insanı bile
birer nesne ve nihayetinde meta olarak sunar.
Aydınlanmanın getirdiği
araçsallaşmış aklın bir ürünü olan pozitivizm, eleştirmenlerince farklı
şekillerde ele alınmıştır. Genel olarak aydınlanmanın çeşitli fenomenleri ve
sonuçları da eleştiriye tabi tutulmuştur. Aydınlanma en başından beri, onu en
çok savunanlardan dahi kimi eleştiriler almıştır. Aydınlanmanın kökleri eski yunan düşüncesine kadar
götürülebilir. Çünkü aydınlanma sonrası düşünürler, eleştirilerinin bir kısmını
eski yunanlıların düşünme biçimlerine bakarak hazırlamıştır. Oysa eski yunan
düşünme biçiminde, eleştirel düşünmenin de kökenleri bulunmaktadır.
Frankfurt Okulu, en temel
bahisleri olan içkinlik ve aşkınlık düşüncesini eski yunan felsefesi ve sonra
aydınlanmayla derinleşen aşkın eleştiri üzerinden gelişen damar üzerinden
almıştır. Bu damarı açmak için Okul’un çalışmalarından ziyade iki eski çağ
felsefecisiyle başlayan ve bir aydınlanma düşünürüyle tepe noktasına çıkan
aşkın eleştirinin ana hatları üzerinde durarak tarihsel bir analiz yapmak
gerekmektedir.
1)
Platon
Platon, çağının politik bir
figürü olarak eleştirisini ontolojik ve epistemolojik temeller üzerine
kurmuştur. Ona göre bir devleti sağlam kılacak şey uyumdur. Bu uyum farklı
sınıfların yerlerini bilmesine, başka sınıfların işlerine karışmadan kendi
işlerinde en iyi olmalarına bağlıdır. Organizmacı olarak görülebilecek bu
teoride, nasıl ki bir bedenin düzgün çalışması için organların görevini uyumlu
şekilde yerine getirmesi gerekiyorsa, devlette de sınıfların görevlerini uyumlu
şekilde yapmaları gerekmektedir. Toplum ya da devlet, üreticiler, koruyucular
ve yönetici filozoflar olmak üzere üç sınıftan oluşur. Her bir sınıfın erdemi
farklıdır. Bunlar; üreticilerde ölçülülük, koruyucularda cesaret ve
yöneticilerde bilgeliktir. Sınıflar toplum içinde erdemlerine uygun şekilde,
ideal olarak hareket ederse uyum ve adalet ortaya çıkacak, devlet de ideasına
göre varlığını sürdürecektir. İdea, bir şeyin ona benzetilerek biçim verildiği
şey olduğu için, devletin ideasında olan ideal şeyler, yani güzellik, iyilik ve
uyum bir devlette bu şekilde var olabiliyorsa o devlet ideasına uygundur.
Platon’un, gerçek devlet var ise
bir de ideali vardır diyerek yaptığı çözümlemede devletin mevcut eleştirisi bir
ütopyadan yola çıkılarak yapılmıştır. Bu açıkça aşkın bir eleştiridir. Platon,
ne kurumların durumlarını ne de devletin o anki durumunun içkin bir tahlilini
yapmıştır. Kendi dönemindeki devletin bozuk yapısını zaman zaman aktarsa da
eleştirisini devletin dışında olan kavrama veya ideaya uygun olarak yapar.
2)
Cicero
Cicero’ya göre bir devlette
önemli olan devletin sürekliliği ve yönetenlerin eğitimli olmasıdır. Her ne
kadar bunlar Platon’da dahi elzem olsa da Cicero için devletin varlığı ideasına
uygunluğuna bağlanmamaktadır. Cicero’ya göre devleti yönetenler sağlam
karaktere ve ahlaka sahip olmalıdır. Yurttaşlar da benzer şekilde siyasal bir
ahlaka sahip olmalıdır. Ahlaki ve siyasal uzlaşma toplumu bir arada tutar.
Devletin varlığı için gerekli
olan diğer aygıt hukuktur. Ancak bu hukuk aslını doğada bulan ‘doğru akıl’
aracılığıyla gerçekleşmelidir. Doğru akıl, sonsuza kadar değişmeden aynı kalan,
sağlam yasadır. Bu doğal yasa ile pozitif yasalar uyumlu olduğunda ve toplum bu
uyumdan gelen adalet duygusunu ortaklaşa yaşadığında devlet de sürekliliğini
koruyabilecektir. Cicero, devlet ile halkı özdeş tutar; buna da public der. Kamu olarak
anlayabileceğimiz ‘public’ anayasal düzeni tanımlarken kullanılan
‘res-publica’ya yani ‘kamuya ait olan’a temel sağlar. Devlet ile halkın yanında
bir de yönetim vardır. Yönetim sorunu devlet sorunundan önce gelir.
Yönetenlerin bilgisine ve ahlaklarına göre devletin sağlamlığı belli olur. Öyleyse
burada kaldıraç noktası ahlak ve bilgidir. Bir diğeri ise doğa-yasa arasındaki
bağlantının yöneticilerce devlete dahil edilmesidir.
Cicero da gerçek bir devlet
üzerine herhangi bir çözümleme yapmak yerine ideal ahlak ve hukuk ütopyasına
bakarak devleti dışardan şekillendirmektedir. Mevcut devleti olumsuzlamak
yerine, ideal olanı sunmak aşkın bir eleştiridir.
3)
Montesquieu
Montesquieu’nun düşünce ve
yöntemi üzerinde Frankfurt Okulu’nun aşkın eleştiri olarak bahsettiği durumun
ve aydınlanma düşüncesinin temel örneği olmasından dolayı daha ayrıntılı durmak
gerekir. Platon ve Cicero’nun temel olarak sunulan aşkın yöntem analizlerine
karşılık, Montesquieu’nun yöntemi hem aydınlanma eleştirisi hem araçsal akıl
eleştirisi hem de aşkın eleştirinin eleştirilmesi noktasında çok açık bir örnek
sunar.
Montesquieu, doğal hukuk veya
felsefi çözümlemeden ayrılarak sosyolojinin metotlarını geliştirme yoluna
gider. Öyle ki, araştırmalarında olgulara bakarak genel yasalar çıkarmayı
amaçlar. Yasalar, nesnelerin doğasından çıkarılabilecek zorunlu ilişkilerdir.
Yasaların ruhu ise, devletler konusunda, yönetimlerin doğası ile ilkesi arasındaki
ilişkiden ve bir ülkenin iklimi, coğrafi özellikleri, nüfusu, ekonomisi gibi
fiziksel; değerleri, gelenekleri, örfleri gibi ahlaki yapısından ileri
gelmektedir.
Aristoteles’te olduğu gibi doğa
ve ilke kavramları birbirinden ayrılır. Montesquieu, bu yöntemi devlete
uygular. Montesquieu’ya göre devletin doğası onu o yapan şeydir. Bu ise
devletin siyasal ve hukuksal yapısıdır. Devletin ilkesi ise toplumsal,
kültürel, coğrafi vs. değişkenleri ve bu değişkenlerin birbirleriyle ilişkisine
göre yasalara ulaşırken bu yasaların arkasındaki eğilim ve tutkulardır. Doğası,
devlete biçimini verirken; ilkesi onu hareket ettiren nedendir. Yönetim
biçimleri, halkın kendi yasalarıyla kendini yönetmesi, bir kişinin yasalara
uygun yönetimi ve bir kişinin keyfi, zorbalıkla yönetimi olarak üç doğa
biçiminde kendilerini gösterirler. Bunların isimleri sırasıyla cumhuriyet,
monarşi ve despotizmdir. Bu yönetimlerin ilkesi ise onların nasıl olacağına
karar veren belirleyici güçtür, tutkudur. Yönetimin sağlam ve sürekli olması
için doğası ile ilkesinin uyumlu olması gerekir.
Hem devlet hem de yurttaşlar bu
değerlere göre davranışlarını belirlerler. Yasalar da yönetimin hem doğasına
hem de halkın değerlerine, yani yönetimin ilkesine göre yapılmalıdır. Bu
ilkeler insani tutkulardır. Cumhuriyet’in ilkesi ‘erdem’, monarşinin ‘onur’ ve
despotizmin ilkesi ‘korku’dur. Bir ülkede erdemli insanlar yoksa orada
cumhuriyetin olması zordur.
İlkeler ya da tutkular, ülkenin
yasalarının neye dayandığını açıklar. Başta coğrafi özellikler olmak üzere,
ülkenin iklimi, nüfusu, fiziksel yapısı, anayasanın şartları, dini, eğitimi,
gelenekleri, yasa koyucunun amaçları gibi faktörler halkın değerlerinin
oluşmasında etkendir. Örneğin, kuzey ülkelerindeki insanlar çalışkan ve asil;
güneydekiler sıcağın etkisiyle tembel ve köle ruhludur. Yüzölçümü büyük
ülkelerde despotizm daha yaygınken, küçük ülkeler demokrasiye elverişlidir.
Ülkelerin fiziki ve ahlaki
özellikleri ile yasaların ruhu arasındaki ilişki dolaylıdır. Çünkü bu
değişkenler insanların psikolojik durumunu belirler. İnsanların durumu ise
genel değerlerinin ne olacağına karar verir. Bir yönetimin doğasını meydana
getiren şey bu değerlerin, tutkuların ne olduğudur. Her ne kadar doğa ile ilke
arasında karşılıklı bir durum olsa da asıl belirleyici olan ilkedir.
Yönetimlerin ilkesinin bozulması, değişmesi o yönetimin de bozulduğu anlamına
gelir ve yıkım kaçınılmazdır. Ancak, ilkeler korunup yönetim değişiyorsa bu
iyiye işarettir. İlke sağlam kaldığı sürece yönetimin yasaları işler.
Değişkenler çok gibi görünse de
hepsi “genel ruh”ta toplanırlar. Yasa yapıcı ise yasaları toplumun genel
ruhuna, tinine uygun hazırlamalıdır. İlkeye uygun olan yönetim sürekli, yetkin
ve sağlıklıdır.
Ilımlı yönetimlerde fiziksel ve
ahlaki değişkenler önemlerini kısmen kaybederler. Çünkü erdemli bir toplumda
insanların karşılıklı etkileşimi saygıya ve yasaların korunumu altındaki
özgürlüğe dayanır. Erdemli olmak, eşitliğe ve eşitlik sevgisine dayanır.
Yasalar ve eğitim yoluyla erdemler topluma yayılmalı ve öğretilmelidir. Bu
olmazsa bencillik ortaya çıkıp yönetimin ilkesi olan erdem sekteye uğrayabilir.
Çünkü erdemin olmazsa olmazları “kamu yararı”, “sadelik”, “azla yetinmek”,
“vatan sevgisi” gibi değerlerdir.
Ilımlı bir toplum ve devletteki
en önemli sorun özgürlüktür. Bir insanın doğanın yasaları altında her
istediğini yapabilmesi bağımsızlıktır. Ancak buradaki sorun birisinin bir
başkasının özgürlüğü üzerinde engel olmasıdır. Bağımsızlık, özgürlüğün önünde
engeldir. Gerçek özgürlük ise yasaların altında gerçekleştirilebilir. Buradaki
sorun ise yasaların özgürlüğü kısıtlamasının ya da tamamen ortadan
kaldırmasının nasıl engellenebileceğidir. İşte ılımlı yönetimin problemi
“güçler ayrılığı” ile çözmesi buradan kaynaklanır.
Ilımlı yönetim, yasalarla
özgürlüğün önüne geçmenin engellemesi için iktidarını sınırlandırır. Bir
yönetimin asli unsurları olan yasama, yürütme ve yargı güçlerini dağıtır.
Birbirini dengeleyen bu güçler, erdemin ve eşitlik sevgisinin toplumdaki
karşılığı olan özgürlüğü güvence altına alır. Siyasal iktidarın ara güçler
tarafından denetlenmesi, sınırlandırması, yasa yapıcının otoritesini
zayıflatır.
Montesquieu, Platon’dan ama daha
çok Cicero’dan etkilenmiştir. Ancak onlardan ilk olarak ayrıldığı nokta, devlet
tahlilinde ne idea gibi ontolojiye ne de gibi doğal akıl gibi ahlaka bir
gönderge yapmamasıdır. Devletin temeline koyduğu ‘genel ruh’un arkasındaki
fiziki koşullar ilkeyi belirlemektedir. Öyleyse denebilir ki, Montesquieu,
olması gerekenin ölçütünü gökte değil yerde aramıştır. Pozitivizmin olgulardan
yola çıkarak genel yasalara ulaşma fikrinin açıkça görüldüğü bu devlet
tahayyülünde olgular fiziksel nesnelerdir ve nesnelerin zorunlu ilişkisi
devlete de sıçrayan bir ilke verir. Bu sıçrama, tam da Frankfurt Okulu’nun
eleştirdiği türden bir yönelimdir. İdeal olanın fiziki olanda aranması ve
politik – değer bağımlı bir kurum olan devleti buna bakarak eleştirmekle
ideasına bakarak incelemek arasında yapısal bir fark olsa da sonuç olarak ikisi
de başarısızlığa muhtaçtır. Çünkü iki tür inceleme de devletin kurumlarını,
yaşamla bağlarını, tarihselliğini göz ardı etmektedir.
Devleti içinden değil de
dışından, bir ilkeden yönlendirmek aşkın bir eleştiridir. İlke, idea ya da
ahlak gibi düşünülerek devlete a priori önderlik etmesi gereken bir yasaya
dönüşür. Bu yasanın da ülkenin fiziki – coğrafi yapısında var olan koşullardan
çekilmesi aydınlanmanın bilimsel görüşünü ele vermektedir. Aklının nesnel
özelliği elinden alınan insan, toplumsal yapıyı dönüştürmesi beklenirken,
fiziki koşullardan zorunlulukla çıkardığı yasalara uymalı ve bu yasanın /
ilkenin uygun gördüğü devlet biçimine teslim olmalıdır. Böylece kendi aklımızı
kullanmamızı söyleyen aydınlanma, bilim ile aklı esir alır ve zorunluluğun
peşinde koşturur. Özgürlüğü de aynı akla teslim eden aydınlanma, güçler
ayrılığı ile yargının denetimi ele almasını beklerken devletin akılsal değil
politik bir kurum olduğunu unutur. Çünkü aydınlanma aklı bir mit haline
getirerek her şeye aynı akılsallıkla bakar. Hegel’den de görüleceği gibi
“akılsal olanla gerçek olan bir ve aynı şeydir” düşüncesi, aklı her şeyin
üstünde kılıcıyla bekleyen hâkime dönüştürerek özgürlüğünü yok etmiştir. Daha
sonraları aydınlanma düşünürü Kant’ın bir ahlak yasası diye bahsedeceği
özgürlüğü sağlamanın kesin yolunu sunan pozitif durum, aklı yaşamın içerisinden
çıkararak işlemsel ve araçsal bir hale sokar. Böylece eleştirilerini de içerden
yapmak yerine a priori yasa veya ütopik değerler sistemi üzerinden dışardan
yapmak zorunda bırakır.
Sonuç olarak, Frankfurt Okulu,
aydınlanma eleştirinde kullandığı bilim, akıl, özgürlük, yasa, aşkınlık gibi
kavramların hemen hemen aynı minvalde Montesquieu’da kullanıldığını
görülmüştür. Ancak Montesquieu’nun çizdiği güçler ayrılığı ya da devletin
ilkesi gibi tablolar ve aydınlanma süreci ve sonrasındaki benzer yorumlar aşkın
eleştiriler yaparak değişimin devamlılığına katkı yapamamıştır. Oysa içkin
eleştiri, devletin kurumları ve tarihselliğini içerden olumsuzlar ve devrimci
bir değişimin de yolunu açar. Aydınlanma’nın bıraktığı bu açık, 21. yüzyılda
faşizm ve despotizme giden bir sürekliliği de beraberinde getirmiştir.
Kaynakça
HORKHEİMER, MAX. Akıl Tutulması.
1986, Metis Yayınları
HORKHEİMER, MAX. Geleneksel ve
Eleştirel Kuram. 2005 Yapı Kredi Yayınları
CALLİNİCOS, ALEX. Toplum Kuramı.
2013, İletişim Yayınları
AĞAOĞULLARI, M.A.(ed.) Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal
Düşünceler
GÜLENÇ, K. Eleştiri, Toplum ve Bilim: Frankfurt Okulu
Üzerine Bir İnceleme ( doktora tezi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder