29 Nisan 2016 Cuma

Frankfurt Okulu’nda Eleştirel Teori’nin Kavramları ile Tarihsel ve Diyalektik İncelemesi

ÖZET

Frankfurt Okulu’un önde gelen isimlerinden Horkheimer ve Adorno, içinde bulundukları çağın sorunlarını açığa çıkarmak ve gidermek için bu sorunların tarihsel bağlamlarını çözümlerler. Diyalektik bir yöntemle yaptıkları çözümleme, onları akıl eleştirisi aracılığıyla aydınlanma eleştirisine götürür.
  
Horkheimer, Akıl Tutulması adlı çalışmasında, aklı nesnel ve öznel olarak ikiye ayırır. Nesnel akıl hedefleri belirlemek, bu hedefleri denetlemek, olay ve olguları tarihsel bütünlüğü içinde değerlendirmek ve insan ufkunu genişletmek gibi misyonları üstlenir. Öznel akıl ise daha gündelik ve verime yönelik çalışan, verili hedefe odaklanmış, araçları belirleyen akıldır. Bu iki akıl türünün, birbirinin egemenliğine girmemesi gerekir çünkü görevleri farklıdır. Aydınlanmayla birlikte kapitalizm, kendi devamlılığı için öznel aklı öne çıkarmış; daha pratik, hazırcı, kolaycı bir tip yaratmak istemiştir. Bu da nesnel aklın yani amaçların araçlar için kurban edilmesine olanak sağlamıştır. Araçsallaşan akıl eleştirmeyi bırakır ve verili hedeflere varmaya çalışan bir nesneye dönüşür. Aydınlanma’nın özgürleştirici ideolojisi yerini özgürlüğün olanağını askıya alan despotizme bırakacak kapıyı açık unutmuştur: bilim ve teknik.





 Aydınlanma her ne kadar mitleri yok ederek aklın ve özgür insan iradesinin ortaya konması olarak lanse edilse de, aydınlanmadan nasiplenen sınıfın politik amaçlarına kurban giden yine bu ikisi olmuştur. Bilim ve teknik (teknoloji) yeni bir mit olmuş ve her kilidi açan anahtar olarak görülmüştür. Düşünce dünyasındaki karşılığı pozitivizm olan bu yöntem, aklın kullanımını da belli biçimlere indirgeyerek onun amaçlar koyan yanını esir almıştır. Bilimin aracı olan akıl, yürürlükteki ideolojinin finanse ettiği bilimi olumlamak ve yeniden üretmekten başka bir işe yaramamaktadır. Aydınlanmayla beraber akıl, toplumsal yapıyı dönüştüren özne değil, toplumsal olanın amaçlarının gerçekleştiği mekan olmuştur. Öznel akıl nesnel aklın önüne geçtiğinde, özne de öznel aklın bir nesnesi haline gelir. Pozitivist bilim anlayışı, özneyi nesnenin egemeni haline getirerek, amaçlar için her şeyi araçlaştırır. Öznel ve nesnel bütünlüğünü yitiren ve araçsallaşan aklın ürettiği bilim de dolayısıyla insana yer vermekten kaçınır. Dahası araçsallaşan akıl doğayı da kendine nesne haline getirir. 19. yüzyılda ise toplum bir nesneye / olguya dönüşür ve akılcılaşmayla beraber toplum da kontrol edilebilir bir hal alır. Fiziki bir nesneye benzetilen toplum canlılığını kaybeder. Aydınlanmanın amaçları da böylece tersine dönmüş olur.



Aklın araçsallaşmasının sonuçları yıkıcı olmuştur. Adalet, eşitlik, mutluluk, iyi yaşam gibi geçmiş yüzyıllarda aklın doğasında var olduğu ya da gücünü akıldan aldığı varsayılan bütün kavramlar, düşünsel köklerinden kopmuşlardır. Hala birer amaçtırlar, ama onları değerlendirecek ve nesnel gerçekliğe bağlayacak rasyonel bir etmen yoktur. Öyleyse denebilir ki, aydınlanmanın kendi içinde barındırdığı potansiyelde kendine ket vuracak kuvvetler de bulunmaktadır. Aydınlanma projesi, içkin sorunları dolayısıyla başarısız olmuş, hatta despotizm ve faşizm yine bu ideoloji içinden doğmuştur. Adorno, bütün despotik yönelimlerin kaynağını düşünme imkânının sınırlandırıldığı, engellendiği yerlerde görür. Öznenin nesneleştiği, aklın araçsallaştığı, içkin ve tek olanın aşkın ve bütün olana kurban edildiği, inorganik olanın organik olana itimat ettiği noktada aydınlanma sona ermiş, bunalım ve despotizme kapı açan döneme girilmiştir. İşte diyalektik olan nokta, çözümlenmesi gereken sorunların kaynağı buradadır.

 Frankfurt Okulu, kuruluşundan itibaren Marksist olduğunu iddia etse de Marks’ın kimi görüşlerinden uzaklaşmıştır. Kendini en çok fark ettiren uzaklaşma, altyapı ( ekonomi) yerine üstyapı ( kültür, eğitim, siyaset vs) çalışmalarına odaklanmalarıdır. Bu yönelim tesadüfî olmaktan çok, okulun teorik belirleyici hattında var olan bir yöntemdir. İçinde bulunulan durumu, onu aşan, onu belirleyen unsurlardan çıkarmak yerine durumun fenomenlerini açığa çıkaran ve tarihsel bağlarını inceleyen bir yöntem tercih edilir. Eleştirilecek dünya, eğer ideal bir dünyadan yola çıkılarak inceleniyor ve onunla karşılaştırılıyorsa burada aşkın bir eleştiri vardır. Oysa bir ütopya ile güncel sorunların sürekliliği yoktur. İçinde bulunulan durum, bunların tarihsel bağları ve felsefi çözümlemesi ile incelenmeli, içerden bir eleştiri sunulmalıdır. Aydınlanmanın olumsuz etkilerinden biri de, eleştirinin bir ideale bakılarak yapılmasıdır. Marks’ın ilk dönem eserlerinde de içkin bir eleştiri bulunabilir. Frankfurt Okulu ilerleyen zamanlarda Marks’tan uzaklaşsa da erken dönem eserlerini takip etmiştir.

 Kapitalizm, sadece sermayeyi değil, üstyapı kurumları olan kültür, eğitim gibi etmenleri de baskı aracı olarak kullanmaktadır. Bunlar var olan dünyanın birer sonucu değil sebebi olmuşlardır. Tahakküm araçları olarak bahsedilen üstyapı kurumlarının en önemlilerinden biri kültürdür. Bir endüstri haline gelen kültür, edilginleşen, sisteme uyumlu hale gelen ve sistemi de yeniden üreten insanlar yaratır. Kültür ürünleri metalaşmıştır ve sermayenin bir parçası haline gelmiştir. Kültürün yeniden sanat ve estetik olanla bir araya gelmesi, sermayeden kopması ve insanı özgürleştirici haline yeniden dönmesi gerekmektedir. Bunun için de kültürün kendine yabancı türlerinden ayıklanması,  yabancılaşmaya sevk eden yönlerinden sıyrılması gerekmektedir. Böylece Nietzsche’nin de bahsettiği yüksek kültür seviyesi yeniden yakalanabilir. Kültür gibi diğer kurumların da iyi yaşam ile olan araç-amaç ilişkisi yeniden incelenmeli, kurumların bu konuda ne gibi vaatleri olabileceği tartışılmalı ve kurumlar tarihsel eleştiriye tabi tutulmalıdır. Bunun dışında, kurumların iyi yaşama etkisi, üçüncü bir etmene ( altyapı ya da ekonomi) bağlanmadan açıklanmaya çalışılmalıdır. Öyleyse üst yapı kurumları kendi tarihselliklerinde, kökenlerinde ve insanla dolaysızca ilişkisinde araştırılmalıdır.

Eleştirel kuramın içerimi olan içkin ve felsefi eleştiri, insanların düşünce ve deneyimlerinin zorunluluktan kaynaklanmadığını belirtir. Bu yüzden bilimsel ve toplumsal yasalar, normlar eleştiri süzgecinden geçirilmelidir. Gerçeklik karşısında hep eksik olan kavramlara sorular yönelten felsefe, dünyayı değiştirmek için gerekli ön koşuldur. Düşünmek ile eylem arasındaki diyalektik birliktelikte felsefenin soru sormadaki etkin rolü önemlidir. Felsefe bilimin mitlerinden ayrıksı olarak soru sorarken özgürdür ve nesnel aklın hala yürürlükte olduğu yegane eleştiri silahıdır. Ne doğayı ne toplumu ne de insanı nesneleştirmemiş felsefe, amaçlara yönelir ve bu amaç ‘iyi yaşam’dır. Aydınlanmanın yerini despotik yönetimlere bıraktığı çağda ‘iyi yaşam’ fikrine dönmemiz, felsefe ve içkin eleştiri sayesinde olabilir. İçkin eleştiri, toplumun durumuna ve bu durumu yaratan tahakküm ilişkilerinin epistemolojik tahlilini kapsar. İdeolojik olan bu tahakküm kurucu mevziler, yine içeriden yani kendi teori ve pratikleri üzerinden eleştirilir. Geleneksel olan aşkın eleştiri ise, daha çok ahlaki bir eleştiri sunar. Mevcut durumun ilkesini ya da ona gücünü veren ahlaki dayanağa karşılık daha iyi ya da ideal denebilecek bir ahlak önerisi üzerinden sunulan eleştiriler hep havada kalmıştır. Oysa Frankfurt Okulu’nun eleştiri çizgisi epistemoloji üzerinedir. Çarpık gerçeklik ile çarpıtılmış bilincin ilişkisi bir epistemolojik ilişki olduğu için, okul geleneksel teoriyi terk eder. Böylece bir bilim ( pozitivizm) eleştirisine ulaşılmıştır. Bilim, incelediği dünya ile kendisi arasında duvar örer. Oysa bilimci ile yaşadığı dünya arasında süreklilik vardır. Bu sürekliliği kopartan bilim, toplum ve hatta insanı bile birer nesne ve nihayetinde meta olarak sunar.

Aydınlanmanın getirdiği araçsallaşmış aklın bir ürünü olan pozitivizm, eleştirmenlerince farklı şekillerde ele alınmıştır. Genel olarak aydınlanmanın çeşitli fenomenleri ve sonuçları da eleştiriye tabi tutulmuştur. Aydınlanma en başından beri, onu en çok savunanlardan dahi kimi eleştiriler almıştır. Aydınlanmanın kökleri eski yunan düşüncesine kadar götürülebilir. Çünkü aydınlanma sonrası düşünürler, eleştirilerinin bir kısmını eski yunanlıların düşünme biçimlerine bakarak hazırlamıştır. Oysa eski yunan düşünme biçiminde, eleştirel düşünmenin de kökenleri bulunmaktadır.

Frankfurt Okulu, en temel bahisleri olan içkinlik ve aşkınlık düşüncesini eski yunan felsefesi ve sonra aydınlanmayla derinleşen aşkın eleştiri üzerinden gelişen damar üzerinden almıştır. Bu damarı açmak için Okul’un çalışmalarından ziyade iki eski çağ felsefecisiyle başlayan ve bir aydınlanma düşünürüyle tepe noktasına çıkan aşkın eleştirinin ana hatları üzerinde durarak tarihsel bir analiz yapmak gerekmektedir.



1)      Platon


Platon, çağının politik bir figürü olarak eleştirisini ontolojik ve epistemolojik temeller üzerine kurmuştur. Ona göre bir devleti sağlam kılacak şey uyumdur. Bu uyum farklı sınıfların yerlerini bilmesine, başka sınıfların işlerine karışmadan kendi işlerinde en iyi olmalarına bağlıdır. Organizmacı olarak görülebilecek bu teoride, nasıl ki bir bedenin düzgün çalışması için organların görevini uyumlu şekilde yerine getirmesi gerekiyorsa, devlette de sınıfların görevlerini uyumlu şekilde yapmaları gerekmektedir. Toplum ya da devlet, üreticiler, koruyucular ve yönetici filozoflar olmak üzere üç sınıftan oluşur. Her bir sınıfın erdemi farklıdır. Bunlar; üreticilerde ölçülülük, koruyucularda cesaret ve yöneticilerde bilgeliktir. Sınıflar toplum içinde erdemlerine uygun şekilde, ideal olarak hareket ederse uyum ve adalet ortaya çıkacak, devlet de ideasına göre varlığını sürdürecektir. İdea, bir şeyin ona benzetilerek biçim verildiği şey olduğu için, devletin ideasında olan ideal şeyler, yani güzellik, iyilik ve uyum bir devlette bu şekilde var olabiliyorsa o devlet ideasına uygundur.

Platon’un, gerçek devlet var ise bir de ideali vardır diyerek yaptığı çözümlemede devletin mevcut eleştirisi bir ütopyadan yola çıkılarak yapılmıştır. Bu açıkça aşkın bir eleştiridir. Platon, ne kurumların durumlarını ne de devletin o anki durumunun içkin bir tahlilini yapmıştır. Kendi dönemindeki devletin bozuk yapısını zaman zaman aktarsa da eleştirisini devletin dışında olan kavrama veya ideaya uygun olarak yapar.  


2)      Cicero


Cicero’ya göre bir devlette önemli olan devletin sürekliliği ve yönetenlerin eğitimli olmasıdır. Her ne kadar bunlar Platon’da dahi elzem olsa da Cicero için devletin varlığı ideasına uygunluğuna bağlanmamaktadır. Cicero’ya göre devleti yönetenler sağlam karaktere ve ahlaka sahip olmalıdır. Yurttaşlar da benzer şekilde siyasal bir ahlaka sahip olmalıdır. Ahlaki ve siyasal uzlaşma toplumu bir arada tutar.

Devletin varlığı için gerekli olan diğer aygıt hukuktur. Ancak bu hukuk aslını doğada bulan ‘doğru akıl’ aracılığıyla gerçekleşmelidir. Doğru akıl, sonsuza kadar değişmeden aynı kalan, sağlam yasadır. Bu doğal yasa ile pozitif yasalar uyumlu olduğunda ve toplum bu uyumdan gelen adalet duygusunu ortaklaşa yaşadığında devlet de sürekliliğini koruyabilecektir. Cicero, devlet ile halkı özdeş tutar; buna da public der. Kamu olarak anlayabileceğimiz ‘public’ anayasal düzeni tanımlarken kullanılan ‘res-publica’ya yani ‘kamuya ait olan’a temel sağlar. Devlet ile halkın yanında bir de yönetim vardır. Yönetim sorunu devlet sorunundan önce gelir. Yönetenlerin bilgisine ve ahlaklarına göre devletin sağlamlığı belli olur. Öyleyse burada kaldıraç noktası ahlak ve bilgidir. Bir diğeri ise doğa-yasa arasındaki bağlantının yöneticilerce devlete dahil edilmesidir.

Cicero da gerçek bir devlet üzerine herhangi bir çözümleme yapmak yerine ideal ahlak ve hukuk ütopyasına bakarak devleti dışardan şekillendirmektedir. Mevcut devleti olumsuzlamak yerine, ideal olanı sunmak aşkın bir eleştiridir.



3)      Montesquieu

Montesquieu’nun düşünce ve yöntemi üzerinde Frankfurt Okulu’nun aşkın eleştiri olarak bahsettiği durumun ve aydınlanma düşüncesinin temel örneği olmasından dolayı daha ayrıntılı durmak gerekir. Platon ve Cicero’nun temel olarak sunulan aşkın yöntem analizlerine karşılık, Montesquieu’nun yöntemi hem aydınlanma eleştirisi hem araçsal akıl eleştirisi hem de aşkın eleştirinin eleştirilmesi noktasında çok açık bir örnek sunar.

Montesquieu, doğal hukuk veya felsefi çözümlemeden ayrılarak sosyolojinin metotlarını geliştirme yoluna gider. Öyle ki, araştırmalarında olgulara bakarak genel yasalar çıkarmayı amaçlar. Yasalar, nesnelerin doğasından çıkarılabilecek zorunlu ilişkilerdir. Yasaların ruhu ise, devletler konusunda, yönetimlerin doğası ile ilkesi arasındaki ilişkiden ve bir ülkenin iklimi, coğrafi özellikleri, nüfusu, ekonomisi gibi fiziksel; değerleri, gelenekleri, örfleri gibi ahlaki yapısından ileri gelmektedir.

Aristoteles’te olduğu gibi doğa ve ilke kavramları birbirinden ayrılır. Montesquieu, bu yöntemi devlete uygular. Montesquieu’ya göre devletin doğası onu o yapan şeydir. Bu ise devletin siyasal ve hukuksal yapısıdır. Devletin ilkesi ise toplumsal, kültürel, coğrafi vs. değişkenleri ve bu değişkenlerin birbirleriyle ilişkisine göre yasalara ulaşırken bu yasaların arkasındaki eğilim ve tutkulardır. Doğası, devlete biçimini verirken; ilkesi onu hareket ettiren nedendir. Yönetim biçimleri, halkın kendi yasalarıyla kendini yönetmesi, bir kişinin yasalara uygun yönetimi ve bir kişinin keyfi, zorbalıkla yönetimi olarak üç doğa biçiminde kendilerini gösterirler. Bunların isimleri sırasıyla cumhuriyet, monarşi ve despotizmdir. Bu yönetimlerin ilkesi ise onların nasıl olacağına karar veren belirleyici güçtür, tutkudur. Yönetimin sağlam ve sürekli olması için doğası ile ilkesinin uyumlu olması gerekir.

Hem devlet hem de yurttaşlar bu değerlere göre davranışlarını belirlerler. Yasalar da yönetimin hem doğasına hem de halkın değerlerine, yani yönetimin ilkesine göre yapılmalıdır. Bu ilkeler insani tutkulardır. Cumhuriyet’in ilkesi ‘erdem’, monarşinin ‘onur’ ve despotizmin ilkesi ‘korku’dur. Bir ülkede erdemli insanlar yoksa orada cumhuriyetin olması zordur.

İlkeler ya da tutkular, ülkenin yasalarının neye dayandığını açıklar. Başta coğrafi özellikler olmak üzere, ülkenin iklimi, nüfusu, fiziksel yapısı, anayasanın şartları, dini, eğitimi, gelenekleri, yasa koyucunun amaçları gibi faktörler halkın değerlerinin oluşmasında etkendir. Örneğin, kuzey ülkelerindeki insanlar çalışkan ve asil; güneydekiler sıcağın etkisiyle tembel ve köle ruhludur. Yüzölçümü büyük ülkelerde despotizm daha yaygınken, küçük ülkeler demokrasiye elverişlidir.


Ülkelerin fiziki ve ahlaki özellikleri ile yasaların ruhu arasındaki ilişki dolaylıdır. Çünkü bu değişkenler insanların psikolojik durumunu belirler. İnsanların durumu ise genel değerlerinin ne olacağına karar verir. Bir yönetimin doğasını meydana getiren şey bu değerlerin, tutkuların ne olduğudur. Her ne kadar doğa ile ilke arasında karşılıklı bir durum olsa da asıl belirleyici olan ilkedir. Yönetimlerin ilkesinin bozulması, değişmesi o yönetimin de bozulduğu anlamına gelir ve yıkım kaçınılmazdır. Ancak, ilkeler korunup yönetim değişiyorsa bu iyiye işarettir. İlke sağlam kaldığı sürece yönetimin yasaları işler.

Değişkenler çok gibi görünse de hepsi “genel ruh”ta toplanırlar. Yasa yapıcı ise yasaları toplumun genel ruhuna, tinine uygun hazırlamalıdır. İlkeye uygun olan yönetim sürekli, yetkin ve sağlıklıdır.

Ilımlı yönetimlerde fiziksel ve ahlaki değişkenler önemlerini kısmen kaybederler. Çünkü erdemli bir toplumda insanların karşılıklı etkileşimi saygıya ve yasaların korunumu altındaki özgürlüğe dayanır. Erdemli olmak, eşitliğe ve eşitlik sevgisine dayanır. Yasalar ve eğitim yoluyla erdemler topluma yayılmalı ve öğretilmelidir. Bu olmazsa bencillik ortaya çıkıp yönetimin ilkesi olan erdem sekteye uğrayabilir. Çünkü erdemin olmazsa olmazları “kamu yararı”, “sadelik”, “azla yetinmek”, “vatan sevgisi” gibi değerlerdir. 

Ilımlı bir toplum ve devletteki en önemli sorun özgürlüktür. Bir insanın doğanın yasaları altında her istediğini yapabilmesi bağımsızlıktır. Ancak buradaki sorun birisinin bir başkasının özgürlüğü üzerinde engel olmasıdır. Bağımsızlık, özgürlüğün önünde engeldir. Gerçek özgürlük ise yasaların altında gerçekleştirilebilir. Buradaki sorun ise yasaların özgürlüğü kısıtlamasının ya da tamamen ortadan kaldırmasının nasıl engellenebileceğidir. İşte ılımlı yönetimin problemi “güçler ayrılığı” ile çözmesi buradan kaynaklanır.

Ilımlı yönetim, yasalarla özgürlüğün önüne geçmenin engellemesi için iktidarını sınırlandırır. Bir yönetimin asli unsurları olan yasama, yürütme ve yargı güçlerini dağıtır. Birbirini dengeleyen bu güçler, erdemin ve eşitlik sevgisinin toplumdaki karşılığı olan özgürlüğü güvence altına alır. Siyasal iktidarın ara güçler tarafından denetlenmesi, sınırlandırması, yasa yapıcının otoritesini zayıflatır.

Montesquieu, Platon’dan ama daha çok Cicero’dan etkilenmiştir. Ancak onlardan ilk olarak ayrıldığı nokta, devlet tahlilinde ne idea gibi ontolojiye ne de gibi doğal akıl gibi ahlaka bir gönderge yapmamasıdır. Devletin temeline koyduğu ‘genel ruh’un arkasındaki fiziki koşullar ilkeyi belirlemektedir. Öyleyse denebilir ki, Montesquieu, olması gerekenin ölçütünü gökte değil yerde aramıştır. Pozitivizmin olgulardan yola çıkarak genel yasalara ulaşma fikrinin açıkça görüldüğü bu devlet tahayyülünde olgular fiziksel nesnelerdir ve nesnelerin zorunlu ilişkisi devlete de sıçrayan bir ilke verir. Bu sıçrama, tam da Frankfurt Okulu’nun eleştirdiği türden bir yönelimdir. İdeal olanın fiziki olanda aranması ve politik – değer bağımlı bir kurum olan devleti buna bakarak eleştirmekle ideasına bakarak incelemek arasında yapısal bir fark olsa da sonuç olarak ikisi de başarısızlığa muhtaçtır. Çünkü iki tür inceleme de devletin kurumlarını, yaşamla bağlarını, tarihselliğini göz ardı etmektedir.

Devleti içinden değil de dışından, bir ilkeden yönlendirmek aşkın bir eleştiridir. İlke, idea ya da ahlak gibi düşünülerek devlete a priori önderlik etmesi gereken bir yasaya dönüşür. Bu yasanın da ülkenin fiziki – coğrafi yapısında var olan koşullardan çekilmesi aydınlanmanın bilimsel görüşünü ele vermektedir. Aklının nesnel özelliği elinden alınan insan, toplumsal yapıyı dönüştürmesi beklenirken, fiziki koşullardan zorunlulukla çıkardığı yasalara uymalı ve bu yasanın / ilkenin uygun gördüğü devlet biçimine teslim olmalıdır. Böylece kendi aklımızı kullanmamızı söyleyen aydınlanma, bilim ile aklı esir alır ve zorunluluğun peşinde koşturur. Özgürlüğü de aynı akla teslim eden aydınlanma, güçler ayrılığı ile yargının denetimi ele almasını beklerken devletin akılsal değil politik bir kurum olduğunu unutur. Çünkü aydınlanma aklı bir mit haline getirerek her şeye aynı akılsallıkla bakar. Hegel’den de görüleceği gibi “akılsal olanla gerçek olan bir ve aynı şeydir” düşüncesi, aklı her şeyin üstünde kılıcıyla bekleyen hâkime dönüştürerek özgürlüğünü yok etmiştir. Daha sonraları aydınlanma düşünürü Kant’ın bir ahlak yasası diye bahsedeceği özgürlüğü sağlamanın kesin yolunu sunan pozitif durum, aklı yaşamın içerisinden çıkararak işlemsel ve araçsal bir hale sokar. Böylece eleştirilerini de içerden yapmak yerine a priori yasa veya ütopik değerler sistemi üzerinden dışardan yapmak zorunda bırakır.

Sonuç olarak, Frankfurt Okulu, aydınlanma eleştirinde kullandığı bilim, akıl, özgürlük, yasa, aşkınlık gibi kavramların hemen hemen aynı minvalde Montesquieu’da kullanıldığını görülmüştür. Ancak Montesquieu’nun çizdiği güçler ayrılığı ya da devletin ilkesi gibi tablolar ve aydınlanma süreci ve sonrasındaki benzer yorumlar aşkın eleştiriler yaparak değişimin devamlılığına katkı yapamamıştır. Oysa içkin eleştiri, devletin kurumları ve tarihselliğini içerden olumsuzlar ve devrimci bir değişimin de yolunu açar. Aydınlanma’nın bıraktığı bu açık, 21. yüzyılda faşizm ve despotizme giden bir sürekliliği de beraberinde getirmiştir.




Kaynakça

HORKHEİMER, MAX. Akıl Tutulması. 1986, Metis Yayınları

HORKHEİMER, MAX. Geleneksel ve Eleştirel Kuram. 2005 Yapı Kredi Yayınları

CALLİNİCOS, ALEX. Toplum Kuramı. 2013, İletişim Yayınları

AĞAOĞULLARI, M.A.(ed.)   Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler


GÜLENÇ, K.  Eleştiri, Toplum ve Bilim: Frankfurt Okulu Üzerine Bir İnceleme ( doktora tezi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder