Analitik
Felsefe Üzerine Bir İnceleme
A
1)
GİRİŞ
19. yy, Aristoteles’in yüklemler mantığının yeni gelişen bilimlere yardımcı
olma niteliğini kaybettiği bir dönemdi. George Boole ile ortaya çıkan
matematiksel mantık, bu konuda tetikleyici olmuştur. Aristoteles mantığının
Hint – Avrupa dillerine aşırı bağımlı olduğu gerçeği üzerinden hareket eden W.S
Jevons, J. Venn ile de Morgan, Boole’un mantığını genişletme kararı aldılar.
Yeni mantık çalışmalarında kuşkusuz en önemli yerlerden biri Frege’nindir.
Analitik felsefenin post-Fregeci bir anlayıştan kaynaklandığı ise su götürmek
bir gerçektir. Frege’nin, Aristoteles mantığını tam anlamıyla aşmasındaki
tarihsel önem ve analitik felsefenin iyisiyle kötüsüyle Frege’den miras kalan
modern mantığa dayanması bunun kanıtıdır. Analitik felsefeyi incelemek Frege ve
ardıllarının mantıklarını incelemekten geçmektedir. Ne zamanki mantıkta
kabuller, doğrular hatta mantığın kendisi değişti, o zaman analitik felsefe
köklü değişimlere uğramıştır. Mantık, analitik felsefenin dile karakteristik
yaklaşımını temsil etmeyi sürdürmüştür. Mantıktaki sorunlar, eksiklikler,
düzeltmeler, hatta neden olduğu düş kırıklıkları, verdiği umutlar analitik
felsefenin tekerlerinin dönmesinde motor gücü olmuştur.
Analitik felsefe, açıkça belirtmek gerekirse dünya problemleriyle değil,
felsefenin problemleriyle uğraştı. Bunu da dil çözümlemesiyle dile getirdiler.
Analitik felsefecilere göre söz konusu olan yalnızca bir aletin (dilin)
refleksiyona hazırlık aşamasında iyi işlemesini garanti altına almak değil, bu
aleti gerçekliğin kavranmasında aracı yapmak gerekmektedir. Buradan analitik
felsefenin Kantçı yanı da kendini belli eder. Kanttaki anlama yetisinin
formlarının yerini Analitik felsefe’de dil oynamaktadır. Yer ve zaman nasıl a
priori özellikteyse, burada da dil öyledir.
Analitik felsefe terimi, yirminci yüzyılın başından itibaren, özellikle
Anglo-Sakson coğrafyada, değişik adlar altında olup tümü dilin analizine
dayanan felsefi araştırmaları belirtmek için yaygın olarak kullanılmıştır.
Analitik felsefe söz konusu olduğunda daha ilk bakışta şaşırtıcı olan şey,
amaçların, ilgi alanlarının ve yöntemlerin çeşitliliğidir. Bununla birlikte
akımların kuramların ve uygulamaların çeşitliliği içinde bütün bu araştırmalar,
analitik felsefe toplu adlandırmasını haklı gösteren bir esin ortaklığının
tanıklığını yapmaktadır. Söz konusu olan, her durumda felsefî problemleri dil
açısından ele almak ve bu problemlere dil analizi yaparak bir çözüm aramaktır.
Analitik felsefenin temel hareket noktası, felsefenin tek konusunun dil olduğu
anlayışıdır. 20. yüzyıl başlarında gelişen mantıksal olguculuktan felsefenin
kendisinin bilgi üretmediği görüşünü ve felsefe tarihinde yapıt vermiş
düşünürlerin aslında dilin yarattığı sorunlarla uğraşmış oldukları görüşünü
devralan analitik felsefe, felsefenin dilsel yapıları çözümlemekte aslî
uğraşını bulabileceğini savundu.
Analitik felsefe, Russell ve mantıksal olgucuların anlayışların temelinde yatan,
mantık aracılığıyla bir mükemmel biçimsel dil kurmayı amaçlar. Ancak özellikle
ikinci dönemde bu amacından uzak kalarak gündelik dile yönelmiştir. Buna
göre sağduyunun kaynağı olan ve “sıradan” insanların konuştukları
dil, zaten tam ve yetkindir. Felsefeye düşen, dilin bu gündelik kullanımının
dışına çıkması sonucu beliren sahte sorunları gidermektir.
Analitik felsefenin kurucuları arasında Cambridge filozofları G.E.Moore ve
Bertrand Russell olmakla birlikte her iki filozof da Alman filozof ve
matematikçi Gottlob Frege ve analitik filozofun öncülerinden olan ve Alman ve
Avusturya asıllı Ludwig Wittgenstein, Rudolf Carnap, Kurt Gödel, Karl Popper,
Hans Reichenbach, Herbert Feigl, Otto Neurath ve Carl Hempel gibi isimlerden
etkilenmişlerdir. İngiltere'de Russell ve Moore'u C. D. Broad, L. Stebbing,
Gilbert Ryle, A. J. Ayer, R. B. Braithwaite, Paul Grice, John Wisdom, R. M.
Hare, J. L. Austin, P. F. Strawson, William Kneale, G. E. M. Anscombe ve Peter
Geach, Amerika'da ise Max Black, Ernest Nagel, C. L. Stevenson, Norman Malcolm,
W. V. Quine, Wilfrid Sellars ve Nelson Goodman Avustralya'da A. N. Prior, John
Passmore ve J. J. C. Smart takip etmişlerdir.
Analitik felsefede söz konusu olan, tek tek her durumda felsefi problemleri dil
açısından ele almak ve problemleri dil analizi yaparak çözüm aramaktır. O halde
analitikçiler dili gerçeği kavramanın biricik aracı olarak gördüler. Anlama
yönelme amacı her zaman dille gerçekleşti. Anlayış farklılıkları had safhada
iken bile dille dünya hakkında olanı dile indirgeme çabası hep canlı kaldı.
Dilde ortaklıkları - farklılıkları bulma, analiz yöntemleri, dünya algısı
analitik felsefede kabaca 3 farklı filozof kuşağı ortaya çıkardı. Bunlar;
Gündelik
dildeki beyanların [énoncé] formel bir dilde yeniden ifade edilmesi biçiminde
rehabilite edici bir amaçla dilin mantıksal analizine öncelik veren ve muzaffer
bir mantıkçılılığı temsil eden bir çağdaş filozoflar kuşağının; dilin içinde
kullanıldığı durumların, kontekstlerin ve koşulların açıklanmasına teşebbüs
eden ve mantıkçılığın ricatıyla ön plana çıkmış bir filozoflar kuşağının;
standart mantığın çerçevesinden dışarıya taşan mantık sistemlerinin
kuruluşundan istifade eden ve sofistike teorik modelleri sık sık ince ayrımlara
ve hatta gündelik dildeki sarih olmayan ifadelere uyumlu kılmaya çalışan bir
filozoflar kuşağının, art arda ortaya çıkışına şahit olundu. Biraz fazla
şematize edersek diyebiliriz ki, birinci kuşak filozoflar dilin özellikle
sentaktik görünümüyle, ikinci kuşak pragmatik görünümüyle ve üçüncü kuşak ise
semantik görünümüyle ilgilendi. Hatta birinci kuşak filozofların doğal dilleri
feda etme pahasına mantığa, ikinci kuşağın ise mantığa sırt çevirme pahasına
gündelik dile öncelik verdiğini ve üçüncü kuşağın da (mantığın birliğini
parçalamak pahasına) doğal dillerin mantıksal formelleştirilmesine teşebbüs
ettiğini söyleyebiliriz” ( Rossi: 2001)
2) ANALİTİK
FELSEFENİN ÜÇ DÖNEMİ
Analitik felsefe, mantıktan doğrudan etkilenmiş ve mantığın yeni biçimler
kattığı matematik, dilbilim gibi alanlarla bilgi alışverişine girmiştir. Her üç
dönemde de pozitivizmin bir yansıması olarak hakikat arayışlarından uzak
durulmuş, hatta zaman zaman bir doğruluğun mümkün olmadığı söylenmiştir. Ancak
analitik felsefeye pozitivist damgası vurmak imkansızdır, zira, örneğin ikinci
dönemde kesinlik yadsınacak, mantık ( negatif olarak kullanılsa da) reddedilecek,
her şey yorum dahilinde görülecektir. Yine de her üç dönemin ortak
özellikleri dili şu ya da bu şekilde, bir analiz aleti olarak ele almaları,
gerçekliğin kendisini değil aracını araştırmaları olarak sıralanabilir.
2.a)
George Boole’den sonra mantık çalışmalarına devam eden Frege sembolik bir dilin
mucididir. Niceleme teorisinin tümcelerindeki iki öğeyi fonksiyon ve argüman
olarak ( F(x) ) birbirinden ayırmıştır. Bu sebeple Aristoteles’in standart
klasik mantığından ayrı olarak standart modern mantık adıyla anılmaktadır.
Standart klasik mantık, gramatikal formda kalarak yüklem formuna öncelik verir.
Özne- koşaç-yüklem (kapula) mantığı her önermenin kendisine indirgenmek
istendiği şeydir.
Standart modern mantık ise analizi ileriye götürerek mantıksal form ile
gramatikal form arasında ayrım yapar. Bu ayrımdan hareket ederek analizine
başlar. Hem mantıkta hem de dolayısıyla analitik felsefenin ileriki
safhalarında derinlemesine analizler yapılabilmesinin olanağını işte bu ayrım
vermektedir.
Frege’nin amacı -aslında- matematiğe temel bulmaktı. “Sayı bir yığın değildir,
ulaşılan sayı hakkında bir bildirimde bulunuruz; yani bir kavram hakkında
bildirimde bulunuruz” der. Aritmetiğin kavramlarının temelinde mantıksal
kavramların olduğunu belirtiştir. Sayı kavramını hem a priori hem a posteriori
görüden koparmıştır. Çünkü görüdeki dil ( gündelik) pragmatik kalır,
psikolojik öğelerden kurtulamamaktadır. Dil yetersizse aritmetiğin temeli
nereye kurulmalı sorusuna kesin yanıtı ; “Mantığa dayanmalıdır” olmuştur.
Mantığın dili hep analitiktir, sentetik değil. Çünkü anlamı kendisi dışında bir
şeye gönderme yapar. Örneğin “ dünyaya en uzak gök cismi” cümlesinin göndergesi
olmamasına rağmen anlamı vardır. Öyleyse anlam göndergeden ayrılmış olur.
Matematiği mantığa indirgeme projesini, mantığı saf sembollerle ifade etmesiyle
sürmüştür. Analitiğin kendi başına kesinliğinin bulunmadığını belirten Frege,
mantığı pragmatik dilden ayırıp semboller düzlemine çektikten sonra analitiğe
sağlam bir dayanak inşa etmiştir.
Frege’nin hem matematiğin temelleri hem de dilsel anlamın doğası üzerine olan
düşüncelerinin
kalkış noktası özdeşlik kavramıdır. Yukarıda belirttiğimiz anlam ile gönderge
farkını basit bir önermeyle açıklayabiliriz.
“Sabah yıldızı akşam yıldızıdır” önermesi doğru bir önermedir. İnsanlar uzun
zaman boyunca bu iki yıldızı farklı sanmışlardı ama astronomideki gelişmeler
gösterdi ki her iki yıldız da Venüs gezegeniydi. Sabah yıldızına “a”,
akşam yıldızına “b” dersek, a=b özdeşliğini bulabiliriz. Çünkü bu haliyle iki
ifade de farklı bilişsel değerlere gönderge yapar. O halde özdeşlik
ifadelerinin anlamı nesnelerinden değil sembollerinden bulabiliriz. Anlam ancak
sembolden çıkarsanabilir. Dahası anlamın öznede de olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Çünkü anlam, gönderge ile zihin arasındadır, herhangi birinde değil. Bir
önermenin doğruluk değeri onun düşüncesinin göndergesinden, mantık dilinde de
sembolünden çıkarsanır. Düşüncenin temelinin sınırlandırılmış bir analitik
dilinde olduğu ortaya çıkmış olur. Gündelik dilin devre dışı bırakmasındaki
sebep, bunun çok psikolojik ( aynı sembolün farklı göndergelere sahip olması)
olmasıdır.
Özdeşliğin özel bir çeşidi sayılan matematikteki eşitliğin ne anlama geldiği ve
nasıl yorumlanması gerektiği soruları üzerinden çarpıcı ve benzersiz bir
felsefe geliştirmiştir. Bu felsefenin ulaştığı temel sonuçları şöylece
özetlemek mümkündür:
-
Dilsel anlamlar kendi başlarına var olan bağımsız nesnelerdir.
-
Düşünce ve konuşmanın anlambilimsel içerikleri (semantic contents) ne bu
düşünce
ve konuşmanın hakkında olduğu durumlar, olaylar, koşullardır
(circumstances)
ne de bu düşünce ve konuşma ile
birleştirdiğimiz/bağladığımız/ilintilendirdiğimiz
psikolojik-ruhsal hallerdir.
-
Anlambilimsel içerik zihin ve dünya arasında zorunlu bir ara bölgedir. Bir tür
üçüncü
dünyadır.
-
Haberleşmenin/iletişimin yani özneler arası bilgi alışverişinin mümkün oluşu
ancak
bu sayede açıklanabilir
Frege’den sonra bir başka pozitivist olan Russell, “ belirli betimlemeler
teorisi” ile tanınmaktadır. Russell’a göre, önermeler atomsal türdeki
önermelere kadar indirgenmeli, daha sonra da doğruluk değeri buna göre
yapılmalıdır. Gerçekte bir yükleyici önerme, öznesine atfedilen yüklemin ona
uygun düşmesi ya da düşmemesine göre doğru veya yanlıştır. Bunun için birkaç
önerme kümesine bakmak sunumumuz açısından yararlı olacaktır.
“ fransa’nın şimdiki kralı keldir” önermesine sentaktik olarak doğru mudur
sorusunu yöneltirken, Aristoteles’in düştüğü hataya düşmemek için özdeşlikten
yararlanılır. Şöyleki; Fransa kralı olan bir x vardır ki bu x, Fransa kralı
öbeğinin bütününü kapsamalıdır ve bu da y’dir. x=y özdeşliği bize bu önermenin
öznesi olan varlığın ‘var’ olduğunu gösterir. O dönemde Fransa kralı olması
gereken – ama monarşinin son bulması nedeniyle bu isme sahip olmayan – 14.
Louis’in “Fransa kralı” ismine özdeş olması gerekmektedir. Özdeşliğin temeli
budur.
Ayrıca, belirli betimlemeler teorisi, öznelerin doğaları arasında ayrım yapmak
için bir alan açar. “ waverly’nin yazarı iskoçyalı idi” ile “ Scott iskoçyalı
idi” arasındaki ayrım, öznelerin doğalarına ilişkin bir ayrımdır. Scott bir
özel isimdir, değişken bir değer olarak görünen sabit bir tekildir. Belirttiği
birey onun anlamıdır. “waverly’nin yazarı” ise, mantıksal bir tutumla ele
alınarak, ‘ şöyle şöyle olan’ formundaki her önerme gibi tekil bir sabit
değildir; içinde yer aldığı sözcenin anlamına katkıda bulunan bir ifadedir.
Böylece Russell, gramatikal öznelerin birbirleriyle benzer nitelikte
olmadığını ortaya çıkarır.
Russell’ın aksine, Wittgenstein bunu kabul etmez. O, Locke gibi kelimeler ile
şeyler arasında olgular ( Locke’da ideler) olduğu savını ileri sürer. Ancak
sunumuzun planı gereği bu kısımda fazla durulmayacaktır. Kısaca,
Wittgenstein’a göre, “söylenebilir olanı yalnızca gösterilebilir olandan
ayırmak amacıyla dile bir sınır çizmekle mümkündür. Wittgenstein bunu
yaparak, dilin bu sınırları dışında kalan her şeyi anlam dışı (non sense)
ilan etmiştir. Bunu açık kılmak için, her biri birbiriyle ilintili olan yedi
önermeden oluşan ünlü Tractatus adlı yapıtını yazmıştır.” Dil dünyayı
resmeder, bilmenin sınırı düşünülebilir olanın sınırına dönüşür. Dili
sınırlandırmak, dile getirilendeki dünyayı, olgular dünyasıyla özdeş görmek
içindir. Aslında burada her ne kadar Russell’in özdeşlik teorisine karşı
olduğunu yazsa da buna bir başka biçimde razı olduğunu gösterir. Wittgenstein
böylece dile getirilemez olanı saçma olarak nitelendirir. Dildeki olguların
tamamı bu dünyanın bütünlüğünu yani tözünü vermesi için dil ile nesnesi
arasındaki ilişkinin paralel yönde olması burada kilit role sahiptir.
Öyleyse, analitik felsefenin ilk dönemi için, varlık görüşlerinin sadece reel
varlık alanını kapsadığı söylenebilir. Bu varlık yorumu onları pozitivizmin sığ
sularında derinlik arama macerasına gönderecektir. Russell’ın özdeşlik teorisi,
esasında Ockhamlı William’ın usturasının ustaca kullanılışıdır. Russell, “
-gerçekte olmayan- varlıkları gerekmedikçe çoğaltmamak gerekir” desturunu
hayata geçirmiş, Witgenstein çoğaltılmaması gereken varlıkların çokluğunu
hesaba katıp onları traş etmiştir.
Felsefe tarihinin bir tür metafizik tarihine dönüştüğü yollu pozitivist görüş,
bu usturayı en başlarda felsefe problemlerinin mantıksal analiz metoduyla
çözümünde kullanacağını hesap ederken ( Russell), daha sonraları bu varlıkların
neredeyse hastalıklı kolmuş gibi kesilmesi, gerekiyorsa tüm metafizik
metinlerin yadsinmasını salık vermiş ( Carnap), en nihayetinde felsefe
ile metafizik, çözümleme ile saçmalık, söylenebilir olan ile söylenemez olan,
olduğu gibi olan dünya ile olduğu gibi olmayan dünya birbirine karışmış hatta
birlik haline gelmiş olduğu için felsefe artık bırakılmalı, bir metod olarak
dilsel analiz felsefecilerin yegane işi olmalıdır ( Wittgenstein) diyebilmiştir.
2.b)
20’li yılların sonunda Kurt Godel’in matematiğin sınırlarını göstermesi,
analitik felsefeyi derinden sarsmıştır. Frege ve russell, analitiğin temelini
matematik ve mantıkta ararken, godel’in “principia mathematica”da verdiği
görüşler, matematiksel hakikatlerin mantıksal hakikatlere indirgenmesi projesini
rafa kaldırır.” Mantıkçılıkla birlikte güvenirliğini yitirecek olan başka şey
ise her sözcenin içinde ifade edilebilecek bir ideal mantıksal dil oluşturma
girişimidir “(Rossi 2001).
Bu dönemde özellikle oxford ekolü denilen görüş egemen olmuştur. Ancak ilk
dönemki etkisi kadar etkili olan biri varsa o da tartışmasız olarak
Wittgenstein’dir. İlk döneminde dilin sınırlarını çizen Wittgenstein,
artık üzerinden konuşulmayan bir noktaya vardığında susmayı tercih etmiştir.
İkinci dönemindeyse anlamlı önermelerin yer aldığı aşılmaz sınırları oluşturan,
“dil oyunları”dır. r. Analitik Felsefeyi post-Fregeci felsefe olarak tanımlayan
Michael Dummett, Wittgenstein’ın birçok açıdan Frege’den çok etkilenmiş
olduğunu belirtir. Frege’nin bir özdeşlik ölçütünün zorunlu olduğuna ilişkin
yaklaşımı, ona göre Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar’ın merkezinde yer alır.
2. dönemdeki dil analizlerinin temel önermesi, bir önermeyi anlamanın yolunun,
önermenin atomsal derecede parçalara bölünmesi değil, kendisinin kullanıldığı
dilin içinde analiz etmektir. Onlara göre dil bir hayat formudur. Dil hem kendi
yaşayandır hem de insanlar arasında kurulup bozulurken yaşam formu oluşturan
bir şeydir. Analiz konuşma cümlelerinin analizine gelip dayanmaktadır.
Ryle’ın kavram analizinde, önermelerde ( gündelik cümlelerde) kullanılan
kelimelerin hangi kategoride kullanıldığını analiz etmek, dilde yanlış
anlaşılmaların önüne geçmek için bir yol gösterir. Okulun giriş kapısından
girip, burası edebiyat fakültesi, burası yemekhane, burası kütüphane
diyebiliriz. Ama üniversite nerde sorusu, burası şu binası şu alanı vs. derken
kullandığımız kategori altında cevaplanamaz. Bina somut iken üniversite
binaların, öğrencilerin, hocaların, ekipmanların, araştırmaların vs etkileşimi
ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Görüldüğü gibi Ryle, ilk dönemin gramatikal
form ile mantıksal form arasındaki ayrım yapılması gerektiği görüşünü
sürdürmektedir. Ryle’a göre felsefedeki birçok hata, kategori yanlışlarından
kaynaklanmaktadır. Bir kategori hatası daima bir terim ya da kavramın kendisine
uymayan başka bir terim ya da kavram kategorisi içinde kullanılmasından
kaynaklanmaktadır.
Austin de gündelik dili araştırarak işe başlar. Özellikle eşanlamlı kelimeleri
araştırmıştır. Bulguladığı şey, kelimenin kendi başına ideal bir anlamı
olmadığı, karşılıklı konuşma etkinliğinde bulunan tarafların ürettiği olaylar
yoluyla gözlemlenebilir olduğudur. “1955 yılında Harvard’ta verdiği ve
how to do things with words adıyla yayımlanan bir dizi konferans aracılığıyla,
Austin bugün artık klasikleşmiş olan kavramlarını ve analizlerini gözler önüne
sermiştir”. Bunların en önemlisi ve temel taşı olan “ söz
edimleri”dir.
Söz edimleri, bir cümle üretirken farklı edimlerin kullanılabileceğini
varsayar. Cümlenin amacı – pratik kullanımı- asıl belirleyendir. Kabaca üç söz
ediminden bahsedilebilir. Bunlar (1) bir takım sesler üretme – seslendirme
edimi, (2) belirli bir gramatikal yapıya göre belirli sözcükler üretme –
dillendirme edimi, (3) belirli bir imlem ile bir takım sözcükler üretme –
anlamlandırma edimi. Bu üç katman düz söz edimidir.
Ancak austin, bir şey söyleme edimi olan döz söz edimi ile bir şey sözlerken
gerçekleştirilirken edimsöz edim ve bir şey söyleme yoluyla uyandırılan etkisöz
edim arasında ayrım yapar. Örneğin “hayvanat bahçesinden kaçan bir aslan kente
geldi” cümlesi akla uygun olarak kurulduysa düzsöz edimidir. Fakat bunu kentte
yaşayanlara söylersek, onları yaklaşan tehikeden dolayı uyarmak,
cümlemizi edimsöz edim haline getirir. Bu uyarı kentte korku ve paniğe
yol açarsa ve karşı bir edime sebep olursa cümle etkisöz edimi olarak
tanımlanır.
Öyleyse düzsöz ediminin imlemi, edimsöz ediminin değeri, etkisöz edimin ise
etkisi vardır. Cümlelerin yanlışlığı doğruluğu değil, pratik kullanımdaki
farklılığına işaret eden Austin, 2. Dönem analitik felsefesini karakterize
eder. Dilin kullanımdaki anlamına önem veren bu kuşak filozoflar, dilsel
analizin 1. Dönemin atomsallığa vurgu yapılmasına tezat olarak dildeki
bütünselliğe vurgu yaparak mümkün olduğu bilincindedir. Dahası, teknik ve
felsefi dil de, gündelik dil üzerine kurgulandığından, felsefe de gündelik dil
çalışmalarına ağırlık vermelidir.
2. dönem filozoflar, özellikle Oxford ekolü, dilin pratik kullanımını
incelerken mantıktan kopmuş, kimi zamansa mantığı tamamen yadsımıştır. Dilin
hep bağlamlar aracılığıyla anlama sahip olduğunu, bu anlamını kendi bağlamı
– kategorisi ya da edimi de denilebilir - dışına çıktığında
kaybedeceğini, dönemin etkileyici filozofu Wittgenstein’ın başta bahsettiğimiz
“dil oyunları” kavramıyla açıklanmıştır. Searle’ün belirttiği gibi “anlam
kullanımdır” mottosu bu dönemi tarif etmektedir.
Ancak ilerleyen dönemde farklı mantıklar ortaya çıktıkça bu ekol eleştirilmiş,
analiz yöntemleri yine mantıksal çalışmalara kurban edilmiştir.
2.c)
Özellikle Oxford ekolünde cisimleşen, dilin kullanımındaki (pratik) analizine
yönelen görüş eleştirilmeye başlandı. İlk döneme yapılan, dilin çoklu yapısı
eleştirisi, mantığın çoklu varlığı olarak ikinci döneme yöneltilmiştir.
Mantık dalındaki inanılmaz ilerleyiş, dilin bir araç olmaktan öte amaç haline
getirilişindeki etki nasılsa, mantığın da felsefi bir inceleme konusu olmasını
sağladı. Bu dönemde normalden sapmış mantıklar bazen birbiriyle çatıştı, bazen
birbirlerini doğruladı ve yeni mantıklar – 3 değerli, çok değerli, sezgisel vs
– ortaya çıkardı. Zaten zamansallık tartışmasında, klasik mantıklar çok geride
kalıyordu. Aristoteles, “ yarın bir deniz savaşı olacak “ önermesini doğrulamak
için yarının beklenmesinin gerektiğini belirtiyordu ( Aristoteles, Eğitim
üzerine). Oysa daha belirsiz olan önermelerde bu yöntem işe yaramayacaktır.
Öyleyse iki değerli mantıktan çok değerli mantığa geçiş bir devrim yarattı. Bu
devrim hem bilimde, özellikle kuantum fiziği, uzay geometrisi, evren bilim
konularında yardımcı oldu, hem de yine bu tarz bilimsel gelişmeler mantıkta
kullanılarak daha derinlikli mantıklar kurulmasını sağladı.
Eski mantık sistemleri bir f(x) fonksiyonunda x değişkeninin bütün evreni
dolaştığını iddia ediyorken, çok farklı mantık sistemleri ortaya çıktıkça, x
değerinin yalnızca önermeye anlam verenlerince kabul edilebileceği yaygınlık
kazandı. Quine’ın “ Varolmak bir x değişkenine sahip olmak sözü geçerlik”
kazandı. Basitçe anlatmak gerekirse; asal sayıların kendi içinde doğruluk
yanlışlık değerine sahip olduğu bilinmektedir. “4 bir asal sayıdır”
önermesi yanlışken “5 bir asal sayıdır” önermesi doğrudur. Ancak “ay bir asal
sayıdır” önermesi doğru yanlış değil anlamdan yoksundur.
Gündeme getirilmeleri gereken şeyler, hakiki semantik kategorilerdir. Bu
kategoriler, x değişkeninin dolaşabileceği alanla sınırlıdır. Anlam burada
ortaya çıkar. Artık her şeyin var olduğunu değil, var olduğunu söylediğimiz,
var ettiğimiz bir teori ya da söylemin var olduğunu söylediği bir objenin var
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hangi mantık içinde kaldığımız, bir önermenin
doğru-yanlış olmasını, anlamının değerini önceler.
Farklı mantıklar ortaya çıktıkça analizin sayısı ve yöntemi de artmaktadır. İşi
daha da ilginç kılan, mantık sistemlerinin çokluğunun, varlığı nasıl ele
alacağımız sorununa farklı yanıtlar vermesindedir. Böylece metafizik
tartışmalar – mümkün dünyalar gibi- yeniden dile dahil edilir. Modal biçimlerin
çokluğu, varlığın kipleri sorununda çözümleyici bir rol oynamıştır.
Üçüncü dönem ontolojik tasarrufun karşısında olan filozofların çağıdır.
Ontolojik bolluktan kasıt, örneğin bir anlama gelecekse, ‘pegasus’ kavramının
dilde kullanımının ve doğru-yanlış-anlamlı gibi değerler almasının
koşullarıdır. Sorun artık Quine tarafından epistemik bir hal alır.
Öznelerin, göndergelerine yapılan vurguyu içeren ilk dönem analitik
filozoflara karşın, var olup olmamasının yani onun deyimiyle ontolojik angajman
ölçütünün hangi söylem ya da teori içinde kalındığıyla ilgili bir tartışma
konusu olduğu kesinlik kazanmıştır. Öyleyse ontoloji rölatifir. Bunu dil
içinde yapması, Quine’ın analitik filozoflar içinde değerlendirilmesini sağlar.
3
) SONUÇ
Sokrates’ten bu yana filozoflar kullandığı dili geliştirmeye çaba gösterdiler.
Dilin iyi kullanımı, felsefeye, anlatılmak isteneni kimi zaman doğrudan ve
kolayca kimi zaman da dolaylı ve düşündürücü-sorgulayıcı bir sonuç verdi.
Örneğin Kant, dilin transandantal yapısını çok iyi kullandı. Bu sonuç, yeni
sorunlara yol açmış ve felsefenin gittikçe aklını kurcalayan bir fenomen haline
gelmiştir. En başta dilin mantıktan yararlanmasıyla başlayan süreç, mantığın
üstün geleceği bir savaşa döndü ve dil göz ardı edilmeye başlandı. Hatta
sembolik dillerin yaratılmasıyla, gündelik dili hiçbir şekilde kullanmayan
filozoflar türedi. Ancak mantığın da kökenini yasladığı matematiğin kesinliği
suya düşünce, filozoflar gündelik dile döndüler. Ancak bu dönüş de fazlasıyla
fetişist bir karakter taşıdı ki, her şey söylemin parçası kabul edildi,
kullanımlar içinde doğru-yanlış görmezden gelindi. Yine buna cevap olarak çok
mantıklılık anlayışı, dilin tek mantıksal-ideal anlayışla ya da sonsuz yaşam
formuyla değil, kabul edilmiş herhangi bir teorinin varlık anlayışıyla
paralel anlamlar kurulabileceğini söyleyerek dilin göreliliğine de sınır çizmiş
oldu.
Günümüzde daha çok ikinci ve üçüncü dönem etkileri görünse de, dilin de daha
kökeninde bulunan ‘zihin’ felsefenin konusu yapılmış, dilin de gerisine
düşülmüştür.
Kaynakça:
Analitik
felsefe, Jean-Gerard Rossi ( çev. Atakan Altınörs) paradigma yayınları, 2001
DİLDE
NESNELLİK ARAYIŞLARI VE ÖZNENİN TASFİYESİ: FREGE VE WITTGENSTEIN (yaz. Eren
Rızvanoğlu ) possible düşünme dergisi, sayı 2
Analitik Zihin Felsefesinin Temel Problemlerine Bir Bakış, Erdinç
Sayan (bilimsel sunum)
Carnap,
Quine, naturalizm, Fatih S.M. Öztürk,
Dil
felsefesinin geleceğine bir bakış, R. Levent Aysevener