27 Mayıs 2012 Pazar

etik, ahlak, ethos nedir?



                                                                  KÜÇÜK SUÇLAR

    Geçen Perşembe, sınıftan bir tanıdığınızla öğle yemeğine çıktınız; iyi birisi, ama hayat boyu arkadaşlığa aday biri değil. Çizburger’inizin son lokmasını midenize indirirken, birden tıkanıp kalıverdiniz: cüzdanınızı unutmuş olduğunuzu fark ettiniz. Tamamen parasızdınız. Utançla, sınıf arkadaşınızdan size beş dolar ödünç vermesini, tabii ki Salı günü geri ödemek şartıyla, rica ettiniz. Bugün Çarşamba; unuttunuz.

     Şimdi iki kat utanç içerisindesiniz; en başta para ödünç almış olduğunuz için, sonrasında da söz verdiğiniz gibi geri ödemeyi unuttuğunuz için. Bir anlığına da olsa, bütün bu ilginç durumu unutmayı ve –gayet gerçekçi olan- sınıf arkadaşınızın da borcu unutmuş olduğu olasılığını değerlendirdiniz. (Zaten, şunun şurasında, beş dolardan bahsediyoruz.) Ama belki de unutmadı, ya da en azından sizi gördüğünde hatırlayacak borcunuzu. Kısa bir süre boyunca dersi bırakmayı düşündünüz, daha sonra ise bunun çok saçma olacağını fark ettiniz –beş dolar o kadar da önemli değil. Size ödünç verdiği parayı sorması –ki onun için utandırıcı olur- son derece olasılık dışı. Zaten, yakın arkadaş değilsiniz ve genelde konuşmazsınız bile. Ne fark eder ki?

  Fakat şimdi, büyük şüphelerin küçük belirtileri gününüzü rahatsız etmeye başlıyor. Kararınızı verdiniz. Size bir zarar gelmeyeceğine eminsiniz. Çocuk, arkadaşlarınızın hiç birini tanımıyor ve sınıfa ya da yerel gazeteye sizin bir “beleşçi” olduğunuzu ilan etmesi de pek olası değil. Ama yine de, gününüzü mahvediyor ve başka günleri de mahvedecek gibi. “Keşke şu suçluluk hissinden kurtulabilsem,” diyorsunuz kendinize. Ama bu sadece bir his değil; bu sizin kim olduğunuza dair yeni ve hiç hoşa gitmeyen bir his. İçinizde bir ses (bazen kendi sesinize benziyor, arada sıradaysa annenizinkine) fısıldayıp duruyor, “beleşçi,” “beleşçi” (ve daha da kötüsü). Dikkatiniz hali hazırda dağılmışken, düşünmeye başlıyorsunuz, “Ya hepimiz borçlarımızı unutsaydık?” Buna ilk cevabınız, Burger Shop’ta bulaşık yıkıyor olmanız olurdu, zira böyle bir durumda kimse kimseye borç vermezdi ve sınıf arkadaşınız da size borç vermemiş olurdu. Buna ikinci yanıtınız ise “herkesin unutmadığı” fakat bu argüman da kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlamadı. Bu size çoğunluğun borçlarını ödediği bir dünyada, sizin bunu yapmayan birkaç uyanıktan biri olduğunuzu hatırlattı. Son bir agresif hamleyle, yumruğunuzu masaya vurup, kısmen kendinize kısmen de sizle masayı paylaşan kısmen şaşkın insanlara “Dert etmem gereken tek insan benim!” deyiveriyorsunuz.


   Utangaç bir sessizlik vuku buluyor. Sonra da telefon kulübelerine gidip numarayı çeviriyorsunuz: “Merhaba, Harris? Bana ödünç verdiğin beş doları hatırladın mı?”                                           


                                         ETİK NEDİR?  

     Etik, refah içinde yaşamak, iyi bir insan olmak, doğru şeyleri yapmak ve hayatta doğru şeyleri istemekle alakalı olarak felsefenin bir kısmıdır. 

   Etik kelimesi hem değerler ve onların temellendirilmesi üzerine çalışmaya hem de hayatımızı yönettiğimiz gerçek değerler ve kurallar konusuna denk gelir. Bu iki anlam Karmaşık ve devamlı değişen bir kurallar dizinine, geleneklere ve beklentilere göre belirlenen davranışlarımız – kötü de olabilirler- ışığında birleşir; dolayısıyla onları temellendirmek bazen de değiştirmek için idare ve davranışlarımızı yansıtmak zorundayız.


   Bir disiplin olarak neden etik’i öğrenmemiz gerekmekte? Etik’e sahip olmamız, değerlerimiz ve kurallarımız ışığında eylememiz yeterli değil mi? Ancak etiğin bir parçası etiği anlamak yani akla göre davranmak ve öyle istenirse davranışlarımızı savunabilir olmaktır. Sekiz dokuz yaşından sonra; sebeplerin neden öyle olduğunu bilmenin önemi gibi ne söylediysen onu açıkça yapmak, bir hareketi yanlış olarak düşündüğümüzde ona hayır diyebilmek yeterli değildir. Etik eğitimi içinde akla uygun etikleri bulunduran sebeplerin tüm sistemini değerlendirmeyi öğretir bize. 

  Etiği parça parça öğreniriz. Çocukluğumuzda eğitimimiz, “küçük kardeşine vurma” ya da “oyuncağını arkadaşınla paylaş” gibi birtakım komut ya da engellemelerle başlar. Otoritenin bu kabulü gereklidir, elbette, önce “ Baban ne diyorsa onu yap” sonraysa “ Kanun bu, bundan dolayı”. Ancak aynı zamanda, “ Eğer herkes böyle yapsaydı, geriye hiçbir şey kalmayabilirdi” ya da “ Çünkü bu onu mutsuz edecek” gibi sebepleri de öğrenmektir. Nihayetinde, ahlaklılığın ve “ çünkü bu senin ödevin” ve “ çünkü ahlaki değil” gibi kesin yargılardan sakınmak veya ortaya koymak için daha soyut sebeplerinin uzmanlaşmış dilini öğreniriz. Şu ana kadar, etiğin sadece çok çeşitli bir “bunu yap” ve “bunu yapma”lar toplamı değil, toplumumuzu ve yaşamımızı olabildiğince “uygar” ve mutlu kılan, birbirine mantıklı ve tutarlı bir biçimde bağlanmış bir değer ve prensipler sistemi olduğunu öğrenmeye başladık. Etik eğitimi –bu sistemin ve buna bağlı değer ve prensiplerin anlaşılması- de bu öğrenim sürecinin son adımıdır.



                     DEĞİŞİM, TERCİH VE ÇOĞULCULUK


   Bir hayat sistemi olarak ahlaki kurallarımızın sürekli değişmesi etik anlayışımızı aşırı derecede karmaşıklaştırıyor. Örneğin, toplumumuzun cinsel ahlak alanında son birkaç on yıl boyunca kazandığı muazzam değişim deneyimi düşünüldüğünde, bugün, elli sene evvel ahlaksız olarak nitelenebilecek bir davranışı kabul ediyoruz ( örneğin, erkeklerin üstsüz mayo giymesi). Benzer değişimler kişilik rollerimiz ve kariyer seçeneklerimizin kavramlarında da meydana geldi. Daha yirmi yıl öncesine kadar çoğu insan bir annenin, büyük aile darlıkları dışında çalışmasını “ahlaka aykırı” bulurken bir erkeğin nerdeyse çocuğunu bile görmeden veya başka bir şey yapmadan kariyerinde aşırı zaman harcaması, sürekli çalışması normal görülüyordu. Bugün, bu tür davranışları övgüye değer görmüyoruz, tersine bir hastalığa yakınmışcasına, “işkolik” olarak niteliyoruz. Otoriteye karşı tutumuz da ağır bir şekilde değişmekte. Kırk yıl önce, orduya seçilirken ( veya askere çağrılırken) genç erkeklerin tutumları kayıtsız şartsız kabul etme yönündeydi. Bugünse, genellikle, işbirliğini reddedenler, otoriteye direnenler ahlak kahramanları diye övülüyor. Nedir bunun manası? Bu durum iyiye de gitse, kötüye de gitse, bu soru etiğin en önemli sorularından biridir.

   Eğer biz çocukken değerler her neyse bize öğretildiği gibi kabul etmeye devam edersek, eğer hala büyük ahlaki değişiklik ya da doğrunun ne olduğu konusunda bir anlaşmazlık yoksa, etik eğitimi hala ilgi çekici olabilir, ama bunun hayatımızda kesinkes bir etkisi olmayabilir. Ancak, gerçek şu ki, değişim ve anlaşmazlıklarla dolu, her kuşağın bir öncekinin değer ve eylemlerini yeniden gözden geçirmesinin öğretildiği, ne söylenirse yapılan veya geleneği onaylamanın illaki ahlaki bir niteleme olmadığı hatta alçaklık ve karaktersizlikle dolu bir toplumda yaşıyoruz. Diğer bir deyişle,  etiğimiz aslında tercihi içerir.  Doğrusu, kişisel seçim özgürlüğüne sahip olmak ve izin vermek etiğimizin en önemli değerlerinden biridir. Ancak, alternatif yönlerden ya da karşıt değerlerden birini tercih etmek maharetli bir kafayı ve neden bir şeyi seçip diğerini seçmemeye yeten bir akıl sezgisini gerektirir. Her birimiz bir kariyer ve yaşam şekli seçeriz. Belki “ ailemizin ayak izlerini takip eder” belki de farklı bir izlekten tamamen sapabiliriz. Ancak seçmek zorundayız. Hepimiz de ne zaman ve kiminle evlenip evlenmeyeceğimize karar vermek zorundayız. Hepimiz kaç tane çocuk sahibi olacağımıza ve onları nasıl geçindireceğimize karar vermeliyiz böylece diğerlerinin hayatlarını en kısa yoldan ve mümkün olduğunca dramatik tarzda etkileriz. Her gün, çok sayıda önemsiz suça karışıp karışmayacağımıza, Highway 10’dan El Paso’ya saatte 80 mil hızla güvenli şekilde ( ama yasak olan) araba sürüp sürmeyeceğimize veya “asla kimse onlardan kaçırmayacak” uyarısından beri ofisten fazla tel raptiye kutusu alıp almayacağımıza karar veririz. 

  Etik’teki tercihin önemi, değerlerimizi seçmemizdeki düşünceyle sık sık karıştırılır. Bu yanıltıcıdır. Etik genellikle, çoktan beri belirlenmiş olan olasılıklar, hâlihazırda ulaşılabilir sebepler ve bunları seçmeyeceğimiz gibi kararları içerir. Bir öğrenci donanmayı mı yoksa hukuk fakültesini mi seçeceğini karar verirken, aslında önemli bir seçim yaptığını bilir, ancak alternatifler ve onların değerleri toplumundan bir bütün olarak sağlanır. ( Katılmak için bir donanma veya avukatlar için bir görevle birlikte bir toplum var olmak zorundadır) Kimisi alternatifleri seçmezken kimi de alternatifler arasında tercih yapar. 

  Bununla birlikte, Fransız “egzistansiyalist” Jean- Paul Sartre’ın son zamanlarda savunulan, her birimizin ahlaki karar verirken her an değerlerimizi seçtiğimiz düşüncesi var. Örneğin, kişi, vergi hukukunda yasal bir boşluktan avantaj sağlamamaya karar vererek,  kanunlara uymanın bireysel kazancı olan üstünlüğünü kabul eder. Bir yol yerine başka bir yoldan eylemede bulunurken, diğeri yerine bunu ya da biz kimsek onun düşüncelerini destekleriz. Bu nedenle, Sartre der ki, biz “ kendimizi seçeriz”. Etik büyük ölçüde, çoktan belirlenmiş otoritelere itaat etmekten çok kişisel tercihlerimiz ve mutabakatlarımızın sorunudur. 

   Sık sık çoğulcu bir toplumda yaşadığımızdan bahsediliyor. Bunun anlamı, ahlakın tek bir kodu olmaması, ama toplulukların veya alt kültürlerin çeşitliliğinde birkaç çeşit değerler dizisi bulunmasıdır. Profesyoneller ya da işadamları, toplumumuzda bireysel başarıya ve devingenliğe vurgu yapıyor; bazı kültürel topluluklar grup kimliğinin ve sabit etnik geleneklerin önemine baskıda bulunuyorlar. Bazı okullar ve kent komiteleri, tuhaflığa ve acayipliğe tolerans göstermede, muhafazakâr kenar mahallerden açık bir şekilde daha “liberaller”.  Böylelikle, ahlakın olmasa da kanunların nihai belirleyicisi olan Yüksek Mahkeme’nin neyin izin verilebilir olduğu hakkında, örneğin pornografi konusu, “toplumsal standartlar”ın belirleyici olduğunda ısrar ettiğini öğreniriz. Toplumumuzda birçok insan yüksek değerin bireysel özgürlük olduğunda ısrarcı, diğerleriyse bireysel özgürlüğe engel olsa bile genel refahın daha önemli olduğunu savunuyor. Bazı insanlar, söz konusu insanın fetüs ya da doğmamış zigot olmasına bakılmaksızın canını almanın kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyor,  bazılarıysa onun bir insan olarak saymıyor ve annenin iyiliği daha önemliyse feda edilebilmeli diye düşünüyorlar. Etikteki bu farklılıklardan hiçbiri kolayca barışamaz; aslında, bunlar uzlaştırılabilir olmayabilir de. Ancak, bu durum,  farklılıkların doğasını anlamamızı daha önemli kılar ve en azından görüşlerimizi birine bağırmak ya da dışarıda fırtına koparmak yerine farklılıkları nasıl barıştırmayı denemeyi öğrenebiliriz.  Bu düşünce ışığında“Ussal” olmayı denemek ahlaki tartışma ve münakaşa ne ise bunun çoğudur ve çoğulculuk bu motivasyonun çoğunu sağlar.  Eğer bir kişi, birinin kendi değerlerinin doğası ve temellendirmesi hakkında açık değilse, diğer insanların değerlerinin doğası ve temellendirmelerini anlayacak durumda da olmayacaktır. Ve eğer biri diğer insanların değerini anlamıyorsa, ne anlaşmazlığın nasıl olduğunu anlayacak ne de onları bir uyuma getirebilecek. 

                         AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ

   “Etik” sözcüğü Grekçedeki ethos kelimesinden gelir ve “karakter”, “ adet” anlamındadır. Türemiş bir söz olan ta ethika filozof Platon ve Aristoteles tarafından öğrencilerine Yunan değer ve düşüncelerini öğretmek amacıyla tanımlanıyordu. Buna bağlı olarak, etik, her şeyden önce bizim kabaca “iyi bir insan olmak” olarak adlandırdığımız bireysel karakter kaygısıdır, ancak, etik aynı zamanda bütün bir toplumun karakterinin de kaygısıdır, ki bu kaygı da halen uygun bir bişimde “ethos” (dünya görüşü) olarak adlandırılmıştır.
Etik, bir ethos’u algılama ve ona uygun davranma halidir; davranışımızı kontrol eden ve sınırlayan sosyal kuralları anlama çabasıdır; özellikle de ahlaklılık olarak adlandırdığımız, insan öldürmeyi ve hırsızlığı yasaklayan ve kişinin “ebeveynlerini onurlandırmasını” emreden o temel kuralları. 
  
   Etik ve sosyal gelenek ( “töre” etimolojik kökünü ahlak kelimesiyle paylaşır) arasındaki yakın alaka, ahlakın, toplumumuzun geleneklerinden başka  hiç bir şey olup olmadığı, etiğimizin de özel dünya görüşümüzün kurallarından başka bir şey olup olmadığı sorusunu çıkarır. Öte yandan,  etik ve ahlaklılık kanunlara ve belirli bir toplumun geleneklerine yakından bağlıdır.Bazı toplumlarda halka açık bir yerde öpüşmek, ticari bir işlemden kar elde etmek ahlaksızlık olarak düşünülüyor, bazılarında ise düşünülmüyor. Ancak diğer yandan ise, bütün kanunların ve geleneklerin eşit bir şekilde kabul edilen tüm toplum tarafından uygun bulunmadığına kesin olarak ikna edilmiş durumdayız. Genel görgü kuralları yerel gelenek ve zevklere göre oluşmuş olabilir; fakat, yamyamlığın yasak olması, “bu buralarda kabul görmez” hatırlatmasından çok daha muazzam bir genelgeçer güce sahip gibidir.

  Ahlaki ilkeleri tanımlamanın bir yönü – örneğin nazik davranmanın veya iyi lezzetin standartlarının belirlenmesinde- bunların yalnızca bir toplumun ya da toplumdaki bir alt kültürün yetkisi olduğuna ısrar etmemektir, aksine bütün insanlara her yerde uyguladığımız ve uymalarını beklediğimiz kurallardır. Çatalları olan ve fark edilebilir bir melodisi olmadan çeyrek tona dayanan eğlenceli bir müziğin yerine ahşap çubuklara sahip bir yemek kültüründen gelen insanın kabul görmesi bizi mutlu edebilir – büyüleyebilir de- . Ancak, kız bebeklerin ayinsel olarak eziyetli çirkinleşmelere tabi kılındığı bazı toplumlar göz önüne alındığında ( örneğin birçok Afrika ülkesinde klitorektomiler sürekli olarak hala yapılıyor), şairler cezaevine gönderiliyor ( Sovyet Rusya’daki gibi) veya muhalefete karşı açıkça konuşanlar cinayete kurban gidiyor ( Filipinler’deki gibi), bu eylemler kültürel tuhaflık ya da geleneğin safi farklılığı olarak düşünülemez.  Ahlak bir dünya görüşünün basit kurallarını sağlayabilir, ancak bu kurallar dünya görüşünü sınırlı tutamaz. Ahlak işlenmiş bir kültüre ihtiyaç duyar ancak bu demek değildir ki yalnızca bu belirli kültürün kurallarından oluşmuştur. 

  Bir dünya görüşü, insanlara ahenk ve enerji veren tutumların, inançların ve duyguların merkezidir ( Antik Yunanda bir ethnos, önemli ölçüde ethos kelimesiyle benzerdir). Belki hukuk açısından açık bir biçimde hecelenebilir, ancak dünya görüşünün çoğu, ne insanların kalbine ya da aklına, bir diğerinden ne istediğine, kendilerinden ne istediğine, neyi sevip sevmediğine, onun için neyin değerli olup neyin hor görüldüğüne, umuda ve korkuya bağlıdır. Örneğin, dünya görüşümüzün asli bir parçası, bunun öyle olması için hiçbir hukuk ya da ahlaki ilke olmadığı halde, bireysel başarının ve “ kalabalıkta çıkıntı yapma”nın bizim için çok önemli olduğudur. Karşıtlıklar aracılığıyla, kimi toplumlarda kişisel arzular ve tuhaflıklar kabul edilebilir değildir. “ Dışarı çıkmış bir çivi tekrar çivilenir” geleneksel Japon atasözüdür. Bütün ethe’lerin ( “ethos”un çoğulu) en temel değerlerinde ve görünüşlerinde bile aynı olduğu farz edilmemelidir. 

      
                                          AHLAKLILIK

   Etik, “ortak hoşgörü” kurallarından hangi işte çalışacağımızı,  kiminle arkadaşlık edeceğimizi, ailemizle ve yabancılarla ilişki kurma yöntemimizi belirleyen kurumlara, geçerli sosyal ve kişisel pratiklerin bütün çeşitliliğini içerir. Ahlaklılık ise, buna karşılık, özgüllükten ziyade, özel önemi olan etik kuralların bir altkümesidir. Eğer birisi adil olmayı reddederse ya da sözlü anlaşma onuruna karşı çıkarsa, onun sözünde durmayan biri veya “etik olmayan” olduğunu söyleyebiliriz ama “ahlaksız” diyemeyiz. Ancak, birisi çocukları istismar eder veya kaynını zehirlerse, biz bu tür davranışları kolaylıkla “ahlaksız” olarak niteleyebilir, böylece de bu ihlallerin vehametini belirtebiliriz. Ahlaklılık, toplumun en temel ve ihlal edilebilir kurallarından meydana gelir.     

    Modern Avrupa ve Amerika felsefesinde “etik”, “ahlak felsefesinin” anlamdaşı olarak muamele görür; etik öğreten felsefeciler ise “ ahlak felsefecisi” olarak bilinirler. Sırf bu durum, bize kendi ethosumuz ve sosyal,  kişisel eylemlerimize ve hayatın pek çok ayrıntısına çoğulcu bir yaklaşım sergileyişimiz hakkında birçok şey söyler; biz ahlak felsefecileri, öncelikli olarak kişinin kendine özgü kültürel ve karakteristik durumuna bakmaksızın etkin olan genelgeçer kurallarla ilgileniyoruz. Buna bağlı olarak, ahlak etiğin merkezi konusu haline geliyor ve ahlaki kuralların (“öldürmeyeceksin” gibi) tartışılması etiği tanımı olmaya başlıyor. Ahlak, etiğin tamamı değildir; ancak etiğin merkezi konularından biri –belki de merkezi konusunun ta kendisi- ahlaki kuralların özel durumu ve doğasıdır.

Ahlaki kurallar ve prensipleri bu kadar ayrı kılan nedir peki? Etikçiler ahlakı etiğin ve ethos’un diğer konularından bu derece ayıran birkaç ayırt edici özelliğe parmak basmış ve farklı açıklamalarda bulunmuşlardır; aşağıda bu açıklamalardan dördünü göreceğiz:


  1. Ahlak kuralları çok büyük önem taşır.
Ahlak kuralları, ne kadar farklı biçimlerde açıklansalar da, tartışılmaz olan çok önemli olduklarıdır. Belli oyunlardaki joker kartlar gibidirler, diğer tüm durumların üzerinde bulunurlar. Açılış örneğimizde, bir borcu geri ödeme sorumluluğu, diğer bütün kişisel konuların üzerindedir, utanç hali ve para ihtiyacı gibi. Sahiden de, parayı önemsiz kılan durumun ahlaki şeklidir: “prensip meselesidir.” Sözü geçen miktar on Sent ya da bin Dolar olsaydı da, sorumluluk kişisel düşünceleri aşardı. Ahlak kurallarının, yokluğunda bir toplumun hayatta kalamayacağı, en azından “uygar” olarak addedilen bir şekilde var olmaya devam edemeyeceği kurallar olduğu bazen öne sürülür. Örneğin, kişinin kendini çıkarı, verdiği sözler ve yaptığı anlaşmalara olan ve onları bozmasını önleyen, saygısından daha önemli olsaydı, sözleşmeler ve anlaşmalar –ki hayatımızdaki pek çok şeyin temelidirler- nasıl var olabilirdi? Dahası, bir kimseyi ya da bir eylemi “ahlaksız” addetmek o kişi ya da eylemi olabilecek en güçlü şartlarda suçlamaktır, tıpkı bir konuyu “ahlaki konu” olarak adlandırarak o konunun en büyük önemi taşıdığını belirtmek gibi.

2. Ahlak genelgeçer kurallardan oluşur.
Ahlak, genel durumlarda ve eylem türlerinde ,“kişi borcunu ödemelidir” gibi, neyi yapıp neyi yapmamak gerektiğini belirleyişi yüzünden,  kurallara dayalıdır. Bu yüzden ahlak, doğru davranıştan ziyade kurallara uyum halinde oluşur. (Örneğin, bir köpeğe nasıl davranacağı öğretilebilir, fakat bir köpeğin ahlaklı olabileceği şüphelidir.) Bununla birlikte, ahlak kuralları genelgeçer oluşlarıyla öne çıkarlar: ahlak kuralları, gereksinim yahut istisna olmaksızın, her yerde ve herkes için geçerlidir.

3. Ahlak kuralları ussalı ve nesneldir.
Ahlaklı davranmak için var olan sebepler vardır, “çünkü bu benim sorumluluğum” gibi. Ahlak bazı filozoflarca “tamamen mantıklı bir kişinin” kuralları ve eylemleri olarak tanımlanır. Ahlakın mantıklı olmasının sebeplerinden birisi de yansız olmasıdır. Bir ahlak kuralı, bireysel güç yahut itibar yahut çıkarlara bağlı olmaksızın etkili oluşundan dolayı yansızdır. (Klasik Adalet sembolünü düşünün, gözleri bir bezle bağlanmıştır, böylece karşısında duran kişilerin çıkarları ve kimliklerine “kör” bir haldedir.) Kişi, paraya ihtiyacı olması önemli olmaksızın, borcunu ödemesinin diğer çıkarlarını etkilemesi (örneğin, ileride başka bir borç almasının kolaylaşması) önemli olmaksızın borcunu ödeme sorumluluğu altındadır. Elbette, bazen kişi bir ahlaki prensibi kendi çıkarına kullanabilir, fakat ahlaki kurallar kimsenin bireysel çıkarı ya da avantajı dikkate alınmaksızın oluşturulurlar. Ahlakın “öznel” hisler ve menfaatlerden bağımsız oluşunu belirtmek ahlakın objektif olduğunu söylemektir. “Zina yanlıştır!” demek “Ben zinayı sevmiyorum” ya da “Bizim toplumumuz zinayı kabul etmiyor” demek değildir, ahlaki bir kuralın doğruluğunun, belli kişilerin –hatta toplumların- o kural hakkındaki düşüncelerine bağımsızlığı sürdüğü sürece tarafsızdır. “Doğru doğrudur, yanlış da yanlıştır.” (“Öznellik”, buna karşıt olarak, ahlakın “kişinin kendi görüşü” olması olarak açıklanabilir.)

4. Ahlak kuralları, diğer kişiler ile ilgilidir.
Ahlak, ne olursa olsun, bencilliğe karşıdır. Kanunlara saygı ya da “görev bilinci” olabilir. Başkaları için beslenen şefkat, merhamet, ya da sevgi olabilir. Ancak ahlak temel olarak kişinin kendisinden başkalarının çıkarlarını değerlendirmesini içerir ve bu haliyle Altın Kural’ın farklı çeşitleriyle özetlenebilir. “Başkalarına, onların sana davranmasını istediğin gibi davran” hemen hemen her ahlak sisteminde yer alan bir kuraldır. İbrani’lerin Talmud’unda, örneğin, bu kural ahlakın esası olarak geçer: “Sana zararı olan şeyi ahbabına da yapma; Tevrat’ın özü budur, gerisi yorumdan başka bir şey değildir.” Konfüçyus’un Analect’leri “Başkalarına, onların sana yapmasını istemeyeceğin şeyleri yapma” der. Taoist T’ai Shang Kan Ying Pien “Komşunun kazancını kendi kazancınmış, kaybını kendi kaybınmış gibi gör” der. Buddha “Senin canını yakan şeyle başkalarını incitme” diye emreder. Muhammed (tıpkı Analect’teki gibi) “Başkalarına, onların sana yapmasını istemeyeceğin şeyleri yapma” buyurur. Bu çeşitlerin arasındaki ufak değişiklikler ahlakta ciddi değişiklilere yol açabilir. Örneğin, başkalarına yaptığının senin de başına gelebileceği uyarısı ile şefkate yönelten, başkalarının duyguları hakkında kendi duygularımızmış gibi düşünmemizi söyleyen uyarıyı bir düşünün. Örneklerin çoğunun kişinin kendi acısından ve çıkarlarından bahsetmesinin hiçbir önemi yok. Fakat aynı zamanda, her çeşit başkalarının çıkarlarına atıfta bulunmakta ki bu da ahlakın özüdür: ahlak, karşılıklı bir ilgi, kişinin kendi çıkarlarıyla birlikte başkalarının da çıkarlarının farkındalığını gerektirir. (Buna tek aykırı örnek, şüpheci “başkaları sana bir şey yapmada sen onlara yap” yaklaşımı olabilir.) Ödünç alan kişi olarak, birey ahlaki olarak ödünç verenin çıkarlarının farkında olmalıdır ve “Bir başkası sana borcunu ödemese nasıl hissederdin?” sorusu –ki böylece bir şekilde birey kendisini başkasının yerine koymuş olur- ahlaklı düşünmenin temel parçalarından birisidir.

    Ahlak hakkındaki herhangi bir kitabın başlarında bir yerlerde, modern etik için muazzam önem taşıyan tek bir filozoftan bahsetmek neredeyse zorunludur: Immanuel Kant. Kant, on sekizinci yüzyılın sonlarında yazmış bir Alman’dır. Etikte, Altın Kural’ın en ayırt edici felsefi çeşidini oluşturmuş kişi Kant’tır; ancak, etiğin tarihinde ahlakın en katı tanımını savunan kişi de Kant’tır. Kant’ın öne sürdüğü, Altın Kural’ın bu biraz teknik örneği “Eyleminin maksimi (prensibi) genel geçer kural olarak kabul edilebilecek şekilde hareket et”tir. Kant’ın tezi, halihazırda bahsettiğimiz talebin, yani ahlakın genelgeçerliğinin ve ahlaki kuralların genelgeçer hale getirilebilişinin, daha resmi bir halidir; ahlak kuralları her zaman herkes için geçerlidirler ve asla tek bir kişi ve o kişinin çıkarlarına hitap etmezler. Ama pek çok ahlak algısının (yani Altın Kural’ın standart formüllerinde) kişinin kendi çıkarlarıyla başkalarının çıkarlarına eşit düzeyde önem verdiği yerde, Kant bireysel çıkar ve ahlakı tamamen birbirinden ayırır; bir eylem belli bir “eğilim”i temel aldığı sürece (ister kişisel çıkarlar, ister başkası için beslenen sempati olsun), o eylem “ahlaka yaraşır” addedilmez. Ahlak, kendisiyle etkileşimde bir kanundur, tüm kişisel çıkar ve eğilimlerden arınmış ve koşulsuzdur. Buna bağlı olarak, Kant ahlakı “koşulsuz zorunluluk” dediği terim üzerinden analiz eder. Bir zorunluluk, elbette, basit haliyle bir emirdir; Kant’a göre ahlak kurallardan oluşmaktadır. “Koşulsuzluk”, ahlaki düşüncenin mutlak özgürlüğü (“özerkliği”) için güçlü bir dayatmadır. Kant’a göre, ahlak bütünlemesine tarafsızdır, mantığın (“pratik mantığın”) bir ürünüdür. Ahlaki bir prensibin, kişisel menfaat ya da içinde bulunulan durumla hiçbir alakası yoktur. Başka bir deyişle, bütünlemesine nesneldir, ve bu durum Kant’ın “a priori”, ya da yapacağımız herhangi bir ahlaki yargının ya da özel durumun “önceliğinde”, dediği durumdur. Başka bir deyişle, ahlakın dört temel özelliğinin tekil ve güçlü bir ahlak algısına getirilmiş hali Kant’ın etiğidir. Pek çok filozof ve okur bu algıya meydan okumuştur, fakat bu konuyu kavramadan etik çalışmak imkansızdır. Gerçekten de, bazı etikçiler etik öğreniminin Kant’ın iki yüz yıl kadar önce ortaya koymuş olduğu teoriye yapılan meydan okumalar ve varyasyonların tümü olduğunu söylerler. 














Kant'ın Diyalektiği



  Kant, ünlü eseri olan Saf Aklın Eleştirisi’nin Transandantal Diyalektik kısmında, metafiziğin neleri başarıp neleri başaramayacağını bilmek ister. Bunu öncelikle, metafizik bir bilim olanaklı mıdır?” sorusunu sorarak başlatır.

   Transandantal Estetik kısmında insan bilgisinin neleri nasıl bilebileceği üzerine düşünür, Kant. Ona göre, bilgi deneyle başlar ancak deneyden çıkmaz. Aklın (vernunft) saf kategorileri vardır. Zihinde bilgiler oluşurken, biz nesneyi kendinde-şey olarak değil, aklın duyusal saf biçimleri olan zaman ve uzam aracılığıyla algılarız. Nesneler bize duyusallıkla verilirler ve ancak duyusallığı bize görüler sağlar. Bizde etkin olan anlama yetisi, nesneler üzerine düşünür ve kavramlar oluşturur. Ne olursa olsun, bu kavramların duyusallıkla ilgisi vardır. Nesneler, bizde görüler halinde bulunduğu sürece, onlar aynı zamanda duyumdur. Bu duyumlar bize a posteriori olarak verilmiştir, ancak biçimsel olarak bizde a priori olarak bulunurlar. Aklımızda yaptığımız işlemlerin büyük kısmı bu a priori olan kavramlar üzerinedir.

   Kant’a göre deney yargılarının hepsi sentetiktir. Bu yargıların, a priori ve a posteriori olarak ikiye ayrılır. Matematik yargılar sentetik a priori’dir. Bunlar da deneyle başlar ancak aklın kendinde oluşturduğu kavramlardan ilerler. Doğa bilimlerinde de sentetik a priori kavramlar vardır. Matematik, duyusallığın zaman görüsüyle, fizik ise uzam görüsüyle bilim olma unvanı alır.

   Duyusallık incelendikten sonra, Transandantal Analitik bölümünde anlama yetisi kısmı incelenir. Nesneyi bir malzeme gibi alıp bunu işleyen ve oradan kavramlara ulaşan anlama yetisidir. Duyusallığın uzam ve zaman gibi a priori kavramları gibi, anlama yetisinin de a priori kavramları vardır. Bunlara kategoriler der. Aristoteles’in varlığa ilişkin kategorilerinin tersine, Kant’ın kategorileri insan aklına aittir. Nitelik, nicelik, bağlantı ve yargı kipleri kategorileri olmak üzere 4 başlıkta inceler bunları. Kategoriler, deneyden önce vardır ve bunlar aracılığı ile düşünebiliriz. O halde, bilgiyi sağlayan hem görü hem de kavramdır : “ görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”.

   Daha önce belirtildiği gibi, duyusallıktan bağımsız, saf anlama yetisinin kavramları tek başına bize bilgi vermez. Kavramlar, kendi başlarına zaman ve uzamdan ayrıdırlar. Aynı zamanda aklın aşkın bilgileri olan; Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü ve özgürlük ideleri vardır. Saf aklın değil de pratik aklın çözümleyebileceği gerçekliklerdir.  Bunlar deneyden gelmediğinden, deneyle de kanıtlanamaz. Bu yüzden bunlardaki yanlışlığı yalnızca saf akıl fark edebilir. Bu yanlışlığı, deneyden tamamen bağımsızlaşmış, kendi içinde tutarlı olması zorunlu olup, kendi dışında tutarlılığı ilineksel olan mantık ilkeleriyle ve buradan çıkan diyalektikle özetler.  Çelişkiler mantığı diyalektiğe bağlıdır. Biz deney aşırı olan ideleri, sadece kategorilerle düşünmeye zorunlu aklımızla tasarlayıp buna diyalektik deriz, Kant’a göre. Diyalektik, 3 türde vardır. Bunlardan kalkışarak, rasyonel psikolojiyi, rasyonel kozmolojiyi ve rasyonel teolojiyi eleştirir. Tanrı’nın var olup olmadığı, ruhun ölümsüzlüğü ve evrenin sonlu olup olmadığı sorularını sorar.  Bunları yaparken, koşullara bağlı zaman ve uzamın sınırlılığından birliğin, evrenin, Tanrı’nın sınırsızlığına, mutlaklığına ulaşmayı sağlayan diyalektiği, hiç de hakkımız olmayan bir şekilde kullanırız. Böylece, karşıtı olan düşünceler aynı anda haklı olabilir, çünkü doğru bilginin yapısında olan koşullar burada yoktur. Örneğin, “evrenin bir başlangıcı vardır” ve “evrenin bir başlangıcı yoktur” önermeleri birbirine zıt da olsa, ikisi de yanlıştır. Çünkü evren, bilinebilir olanların bütünü ( mutlak) olarak deney sınırlarının dışındadır.
 
    Peki, insan neden böyle bir hataya düşer? İnsan bilemeyeceği, kavrayamayacağı şeyler üzerine düşünmeye yatkındır da ondan. Ona göre “ aklın ilkeleri, koşulların totalitesi ile uğraşır”, bütünü, mutlağı bilip rahatlamak ister. Ancak böyle yaparak, sorunlarını artırır. Aklın mantığı, tek tek şeylerin idesini, kavramlarını birer nesne olarak görüp, bu görünümün mantığından yeni ve evrenin yapısıyla ilgili daha tümel bilgilere ulaştığını sanır ( Spinoza ve Descartes gibi). Bu metafizik bilme, “tez” ve “antitez” diye adlandırılan yargıların formel dayanaklarından sıyrılıp sanki duyumsallığın nesnesiymiş gibi görülmesi ve “ sentez” isminde bir yeni yargı yaratılmasıdır.

   Sonuç olarak, Kant’ta diyalektik, saf aklın idelerinin kendilerinde değil, bunların yanlış kullanımıdır. Transandantal diyalektik ise, transandantal analitik'in karşıtı, yani yanılgının mantığıdır. Çünkü akıl, akıl yürütme yöntemleriyle işlem yaptığında  kendisiyle çatışmaya düşer ki, işte ortaya çıkan bu yanlış çıkarımların (antinom) giderilmesi için "transandantal diyalektiğe" başvurmak zorunda kalınır. Burada iki karşıt tezin, yani tez ve antitezin karşıtlarının imkan­sızlığı kanıtlanarak giderilir. Bu an­lamda Kant'a göre diyalektik, bir yandan ak­lın ulaştığı bir yanılgı şekli olduğu gibi, aynı za­manda bu yanılgının düzeltilmesi için başvuru­lacak eleştiri, yanlışı gösterme yöntemi de ola­bilmektedir.

kaynak: 

Kurt, Ceyhan: Kant'ın etik görüşünde özgürlük kavramının yeri
Heimsoeth, Heinz: Kant'ın Felsefesi
Kant, Immanuel: Saf Aklın Eleştirisi
Ege, Ragıp: Diyalektik
Hilav, Selahattin : Diyalektik Düşüncenin Tarihi