18 Ocak 2014 Cumartesi

Analitik Felsefe Üzerine Bir İnceleme

Analitik Felsefe Üzerine Bir İnceleme






A
1) GİRİŞ

                    
                19. yy, Aristoteles’in yüklemler mantığının yeni gelişen bilimlere yardımcı olma niteliğini kaybettiği bir dönemdi. George Boole ile ortaya çıkan matematiksel mantık, bu konuda tetikleyici olmuştur. Aristoteles mantığının Hint – Avrupa dillerine aşırı bağımlı olduğu gerçeği üzerinden hareket eden W.S Jevons, J. Venn ile de Morgan, Boole’un mantığını genişletme kararı aldılar. Yeni mantık çalışmalarında kuşkusuz en önemli yerlerden biri Frege’nindir. Analitik felsefenin post-Fregeci bir anlayıştan kaynaklandığı ise su götürmek bir gerçektir. Frege’nin, Aristoteles mantığını tam anlamıyla aşmasındaki tarihsel önem ve analitik felsefenin iyisiyle kötüsüyle Frege’den miras kalan modern mantığa dayanması bunun kanıtıdır. Analitik felsefeyi incelemek Frege ve ardıllarının mantıklarını incelemekten geçmektedir. Ne zamanki mantıkta kabuller, doğrular hatta mantığın kendisi değişti, o zaman analitik felsefe köklü değişimlere uğramıştır. Mantık, analitik felsefenin dile karakteristik yaklaşımını temsil etmeyi sürdürmüştür. Mantıktaki sorunlar, eksiklikler, düzeltmeler, hatta neden olduğu düş kırıklıkları, verdiği umutlar analitik felsefenin tekerlerinin dönmesinde motor gücü olmuştur.

                                 
     
           Analitik felsefe, açıkça belirtmek gerekirse dünya problemleriyle değil, felsefenin problemleriyle uğraştı. Bunu da dil çözümlemesiyle dile getirdiler. Analitik felsefecilere göre söz konusu olan yalnızca bir aletin (dilin) refleksiyona hazırlık aşamasında iyi işlemesini garanti altına almak değil, bu aleti gerçekliğin kavranmasında aracı yapmak gerekmektedir. Buradan analitik felsefenin Kantçı yanı da kendini belli eder. Kanttaki anlama yetisinin formlarının yerini Analitik felsefe’de dil oynamaktadır. Yer ve zaman nasıl a priori özellikteyse, burada da dil öyledir.

    
             Analitik felsefe terimi, yirminci yüzyılın başından itibaren, özellikle Anglo-Sakson coğrafyada, değişik adlar altında olup tümü dilin analizine dayanan felsefi araştırmaları belirtmek için yaygın olarak kullanılmıştır. Analitik felsefe söz konusu olduğunda daha ilk bakışta şaşırtıcı olan şey, amaçların, ilgi alanlarının ve yöntemlerin çeşitliliğidir. Bununla birlikte akımların kuramların ve uygulamaların çeşitliliği içinde bütün bu araştırmalar, analitik felsefe toplu adlandırmasını haklı gösteren bir esin ortaklığının tanıklığını yapmaktadır. Söz konusu olan, her durumda felsefî problemleri dil açısından ele almak ve bu problemlere dil analizi yaparak bir çözüm aramaktır.


    



        Analitik felsefenin temel hareket noktası, felsefenin tek konusunun dil olduğu anlayışıdır. 20. yüzyıl başlarında gelişen mantıksal olguculuktan felsefenin kendisinin bilgi üretmediği görüşünü ve felsefe tarihinde yapıt vermiş düşünürlerin aslında dilin yarattığı sorunlarla uğraşmış oldukları görüşünü devralan analitik felsefe, felsefenin dilsel yapıları çözümlemekte aslî uğraşını bulabileceğini savundu.



           Analitik felsefe, Russell ve mantıksal olgucuların anlayışların temelinde yatan, mantık aracılığıyla bir mükemmel biçimsel dil kurmayı amaçlar. Ancak özellikle ikinci  dönemde bu amacından uzak kalarak gündelik dile yönelmiştir. Buna göre sağduyunun kaynağı olan ve “sıradan” insanların konuştukları dil, zaten tam ve yetkindir. Felsefeye düşen, dilin bu gündelik kullanımının dışına çıkması sonucu beliren sahte sorunları gidermektir. 

    

           Analitik felsefenin kurucuları arasında Cambridge filozofları G.E.Moore ve Bertrand Russell olmakla birlikte her iki filozof da Alman filozof ve matematikçi Gottlob Frege ve analitik filozofun öncülerinden olan ve Alman ve Avusturya asıllı Ludwig Wittgenstein, Rudolf Carnap, Kurt Gödel, Karl Popper, Hans Reichenbach, Herbert Feigl, Otto Neurath ve Carl Hempel gibi isimlerden etkilenmişlerdir. İngiltere'de Russell ve Moore'u C. D. Broad, L. Stebbing, Gilbert Ryle, A. J. Ayer, R. B. Braithwaite, Paul Grice, John Wisdom, R. M. Hare, J. L. Austin, P. F. Strawson, William Kneale, G. E. M. Anscombe ve Peter Geach, Amerika'da ise Max Black, Ernest Nagel, C. L. Stevenson, Norman Malcolm, W. V. Quine, Wilfrid Sellars ve Nelson Goodman Avustralya'da A. N. Prior, John Passmore ve J. J. C. Smart takip etmişlerdir.

        

             Analitik felsefede söz konusu olan, tek tek her durumda felsefi problemleri dil açısından ele almak ve problemleri dil analizi yaparak çözüm aramaktır. O halde analitikçiler dili gerçeği kavramanın biricik aracı olarak gördüler. Anlama yönelme amacı her zaman dille gerçekleşti. Anlayış farklılıkları had safhada iken bile dille dünya hakkında olanı dile indirgeme çabası hep canlı kaldı. Dilde ortaklıkları - farklılıkları bulma, analiz yöntemleri, dünya algısı analitik felsefede kabaca 3 farklı filozof kuşağı ortaya çıkardı. Bunlar;



       Gündelik dildeki beyanların [énoncé] formel bir dilde yeniden ifade edilmesi biçiminde rehabilite edici bir amaçla dilin mantıksal analizine öncelik veren ve muzaffer bir mantıkçılılığı temsil eden bir çağdaş filozoflar kuşağının; dilin içinde kullanıldığı durumların, kontekstlerin ve koşulların açıklanmasına teşebbüs eden ve mantıkçılığın ricatıyla ön plana çıkmış bir filozoflar kuşağının; standart mantığın çerçevesinden dışarıya taşan mantık sistemlerinin kuruluşundan istifade eden ve sofistike teorik modelleri sık sık ince ayrımlara ve hatta gündelik dildeki sarih olmayan ifadelere uyumlu kılmaya çalışan bir filozoflar kuşağının, art arda ortaya çıkışına şahit olundu. Biraz fazla şematize edersek diyebiliriz ki, birinci kuşak filozoflar dilin özellikle sentaktik görünümüyle, ikinci kuşak pragmatik görünümüyle ve üçüncü kuşak ise semantik görünümüyle ilgilendi. Hatta birinci kuşak filozofların doğal dilleri feda etme pahasına mantığa, ikinci kuşağın ise mantığa sırt çevirme pahasına gündelik dile öncelik verdiğini ve üçüncü kuşağın da (mantığın birliğini parçalamak pahasına) doğal dillerin mantıksal formelleştirilmesine teşebbüs ettiğini söyleyebiliriz” ( Rossi: 2001)



2) ANALİTİK FELSEFENİN ÜÇ DÖNEMİ

             Analitik felsefe, mantıktan doğrudan etkilenmiş ve mantığın yeni biçimler kattığı matematik, dilbilim gibi alanlarla bilgi alışverişine girmiştir. Her üç dönemde de pozitivizmin bir yansıması olarak hakikat arayışlarından uzak durulmuş, hatta zaman zaman bir doğruluğun mümkün olmadığı söylenmiştir. Ancak analitik felsefeye pozitivist damgası vurmak imkansızdır, zira, örneğin ikinci dönemde kesinlik yadsınacak, mantık ( negatif olarak kullanılsa da) reddedilecek, her şey yorum dahilinde  görülecektir. Yine de her üç dönemin ortak özellikleri dili şu ya da bu şekilde, bir analiz aleti olarak ele almaları, gerçekliğin kendisini değil aracını araştırmaları olarak sıralanabilir.


2.a)

         George Boole’den sonra mantık çalışmalarına devam eden Frege sembolik bir dilin mucididir. Niceleme teorisinin tümcelerindeki iki öğeyi fonksiyon ve argüman olarak ( F(x) ) birbirinden ayırmıştır. Bu sebeple Aristoteles’in standart klasik mantığından ayrı olarak standart modern mantık adıyla anılmaktadır. Standart klasik mantık, gramatikal formda kalarak yüklem formuna öncelik verir. Özne- koşaç-yüklem (kapula) mantığı her önermenin kendisine indirgenmek istendiği şeydir.



          Standart modern mantık ise analizi ileriye götürerek mantıksal form ile gramatikal form arasında ayrım yapar. Bu ayrımdan hareket ederek analizine başlar. Hem mantıkta hem de dolayısıyla analitik felsefenin ileriki safhalarında derinlemesine analizler yapılabilmesinin olanağını işte bu ayrım vermektedir.


   Frege’nin amacı -aslında- matematiğe temel bulmaktı. “Sayı bir yığın değildir, ulaşılan sayı hakkında bir bildirimde bulunuruz; yani bir kavram hakkında bildirimde bulunuruz” der. Aritmetiğin kavramlarının temelinde mantıksal kavramların olduğunu belirtiştir. Sayı kavramını hem a priori hem a posteriori görüden koparmıştır. Çünkü görüdeki dil ( gündelik)  pragmatik kalır, psikolojik öğelerden kurtulamamaktadır. Dil yetersizse aritmetiğin temeli nereye kurulmalı sorusuna kesin yanıtı ; “Mantığa dayanmalıdır” olmuştur. Mantığın dili hep analitiktir, sentetik değil. Çünkü anlamı kendisi dışında bir şeye gönderme yapar. Örneğin “ dünyaya en uzak gök cismi” cümlesinin göndergesi olmamasına rağmen anlamı vardır. Öyleyse anlam göndergeden ayrılmış olur. Matematiği mantığa indirgeme projesini, mantığı saf sembollerle ifade etmesiyle sürmüştür. Analitiğin kendi başına kesinliğinin bulunmadığını belirten Frege, mantığı pragmatik dilden ayırıp semboller düzlemine çektikten sonra analitiğe sağlam bir dayanak inşa etmiştir.


        Frege’nin hem matematiğin temelleri hem de dilsel anlamın doğası üzerine olan
düşüncelerinin kalkış noktası özdeşlik kavramıdır. Yukarıda belirttiğimiz anlam ile gönderge farkını basit bir önermeyle açıklayabiliriz.
   

      “Sabah yıldızı akşam yıldızıdır” önermesi doğru bir önermedir. İnsanlar uzun zaman boyunca bu iki yıldızı farklı sanmışlardı ama astronomideki gelişmeler gösterdi ki her iki yıldız da Venüs gezegeniydi. Sabah yıldızına  “a”, akşam yıldızına “b” dersek, a=b özdeşliğini bulabiliriz. Çünkü bu haliyle iki ifade de farklı bilişsel değerlere gönderge yapar. O halde özdeşlik ifadelerinin anlamı nesnelerinden değil sembollerinden bulabiliriz. Anlam ancak sembolden çıkarsanabilir. Dahası anlamın öznede de olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü anlam, gönderge ile zihin arasındadır, herhangi birinde değil. Bir önermenin doğruluk değeri onun düşüncesinin göndergesinden, mantık dilinde de sembolünden çıkarsanır.  Düşüncenin temelinin sınırlandırılmış bir analitik dilinde olduğu ortaya çıkmış olur. Gündelik dilin devre dışı bırakmasındaki sebep, bunun çok psikolojik ( aynı sembolün farklı göndergelere sahip olması) olmasıdır.



                Özdeşliğin özel bir çeşidi sayılan matematikteki eşitliğin ne anlama geldiği ve nasıl yorumlanması gerektiği soruları  üzerinden çarpıcı ve benzersiz bir felsefe geliştirmiştir. Bu felsefenin ulaştığı temel sonuçları şöylece özetlemek mümkündür:


- Dilsel anlamlar kendi başlarına var olan bağımsız nesnelerdir.
- Düşünce ve konuşmanın anlambilimsel içerikleri (semantic contents) ne bu
düşünce ve konuşmanın hakkında olduğu durumlar, olaylar, koşullardır
(circumstances) ne de bu düşünce ve konuşma ile
birleştirdiğimiz/bağladığımız/ilintilendirdiğimiz psikolojik-ruhsal hallerdir.
- Anlambilimsel içerik zihin ve dünya arasında zorunlu bir ara bölgedir. Bir tür
üçüncü dünyadır.
- Haberleşmenin/iletişimin yani özneler arası bilgi alışverişinin mümkün oluşu
ancak bu sayede açıklanabilir


    Frege’den sonra bir başka pozitivist olan Russell, “ belirli betimlemeler teorisi” ile tanınmaktadır. Russell’a göre, önermeler atomsal türdeki önermelere kadar indirgenmeli, daha sonra da doğruluk değeri buna göre yapılmalıdır. Gerçekte bir yükleyici önerme, öznesine atfedilen yüklemin ona uygun düşmesi ya da düşmemesine göre doğru veya yanlıştır. Bunun için birkaç önerme kümesine bakmak sunumumuz açısından yararlı olacaktır.

     

     “ fransa’nın şimdiki kralı keldir” önermesine sentaktik olarak doğru mudur sorusunu yöneltirken, Aristoteles’in düştüğü hataya düşmemek için özdeşlikten yararlanılır. Şöyleki; Fransa kralı olan bir x vardır ki bu x, Fransa kralı öbeğinin bütününü kapsamalıdır ve bu da y’dir. x=y özdeşliği bize bu önermenin öznesi olan varlığın ‘var’ olduğunu gösterir. O dönemde Fransa kralı olması gereken – ama monarşinin son bulması nedeniyle bu isme sahip olmayan – 14. Louis’in “Fransa kralı” ismine özdeş olması gerekmektedir. Özdeşliğin temeli budur.


     

        Ayrıca, belirli betimlemeler teorisi, öznelerin doğaları arasında ayrım yapmak için bir alan açar. “ waverly’nin yazarı iskoçyalı idi” ile “ Scott iskoçyalı idi” arasındaki ayrım, öznelerin doğalarına ilişkin bir ayrımdır. Scott bir özel isimdir, değişken bir değer olarak görünen sabit bir tekildir. Belirttiği birey onun anlamıdır. “waverly’nin yazarı” ise, mantıksal bir tutumla ele alınarak, ‘ şöyle şöyle olan’ formundaki her önerme gibi tekil bir sabit değildir; içinde yer aldığı sözcenin anlamına katkıda bulunan bir ifadedir. Böylece Russell,  gramatikal öznelerin birbirleriyle benzer nitelikte olmadığını ortaya çıkarır.



            Russell’ın aksine, Wittgenstein bunu kabul etmez. O, Locke gibi kelimeler ile şeyler arasında olgular ( Locke’da ideler) olduğu savını ileri sürer. Ancak sunumuzun  planı gereği bu kısımda fazla durulmayacaktır. Kısaca, Wittgenstein’a göre,  “söylenebilir olanı yalnızca gösterilebilir olandan ayırmak amacıyla dile bir sınır çizmekle mümkündür.  Wittgenstein bunu yaparak, dilin bu sınırları dışında kalan her şeyi anlam dışı (non sense)  ilan etmiştir. Bunu açık kılmak için, her biri birbiriyle ilintili olan yedi önermeden oluşan ünlü Tractatus adlı yapıtını yazmıştır.”  Dil dünyayı resmeder, bilmenin sınırı düşünülebilir olanın sınırına dönüşür.  Dili sınırlandırmak, dile getirilendeki dünyayı, olgular dünyasıyla özdeş görmek içindir. Aslında burada her ne kadar Russell’in özdeşlik teorisine karşı olduğunu yazsa da buna bir başka biçimde razı olduğunu gösterir. Wittgenstein böylece dile getirilemez olanı saçma olarak nitelendirir. Dildeki olguların tamamı bu dünyanın bütünlüğünu yani tözünü vermesi için dil ile nesnesi arasındaki ilişkinin paralel yönde olması burada kilit role sahiptir.


            Öyleyse, analitik felsefenin ilk dönemi için, varlık görüşlerinin sadece reel varlık alanını kapsadığı söylenebilir. Bu varlık yorumu onları pozitivizmin sığ sularında derinlik arama macerasına gönderecektir. Russell’ın özdeşlik teorisi, esasında Ockhamlı William’ın usturasının ustaca kullanılışıdır. Russell, “ -gerçekte olmayan-  varlıkları gerekmedikçe çoğaltmamak gerekir” desturunu hayata geçirmiş, Witgenstein çoğaltılmaması gereken varlıkların çokluğunu hesaba katıp onları traş etmiştir.


         Felsefe tarihinin bir tür metafizik tarihine dönüştüğü yollu pozitivist görüş, bu usturayı en başlarda felsefe problemlerinin mantıksal analiz metoduyla çözümünde kullanacağını hesap ederken ( Russell), daha sonraları bu varlıkların neredeyse hastalıklı kolmuş gibi kesilmesi, gerekiyorsa tüm metafizik metinlerin yadsinmasını salık vermiş ( Carnap),  en nihayetinde felsefe ile metafizik, çözümleme ile saçmalık, söylenebilir olan ile söylenemez olan, olduğu gibi olan dünya ile olduğu gibi olmayan dünya birbirine karışmış hatta birlik haline gelmiş olduğu için felsefe artık bırakılmalı, bir metod olarak dilsel analiz felsefecilerin yegane işi olmalıdır ( Wittgenstein) diyebilmiştir.




2.b)


   20’li yılların sonunda Kurt Godel’in matematiğin sınırlarını göstermesi, analitik felsefeyi derinden sarsmıştır. Frege ve russell, analitiğin temelini matematik ve mantıkta ararken, godel’in “principia mathematica”da verdiği görüşler, matematiksel hakikatlerin mantıksal hakikatlere indirgenmesi projesini rafa kaldırır.” Mantıkçılıkla birlikte güvenirliğini yitirecek olan başka şey ise her sözcenin içinde ifade edilebilecek bir ideal mantıksal dil oluşturma girişimidir “(Rossi 2001).


        Bu dönemde özellikle oxford ekolü denilen görüş egemen olmuştur. Ancak ilk dönemki etkisi kadar etkili olan biri varsa o da tartışmasız olarak Wittgenstein’dir.  İlk döneminde dilin sınırlarını çizen Wittgenstein, artık üzerinden konuşulmayan bir noktaya vardığında susmayı tercih etmiştir. İkinci dönemindeyse anlamlı önermelerin yer aldığı aşılmaz sınırları oluşturan, “dil oyunları”dır. r. Analitik Felsefeyi post-Fregeci felsefe olarak tanımlayan Michael Dummett, Wittgenstein’ın birçok açıdan Frege’den çok etkilenmiş olduğunu belirtir. Frege’nin bir özdeşlik ölçütünün zorunlu olduğuna ilişkin yaklaşımı, ona göre Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar’ın merkezinde yer alır.

         

          2. dönemdeki dil analizlerinin temel önermesi, bir önermeyi anlamanın yolunun, önermenin atomsal derecede parçalara bölünmesi değil, kendisinin kullanıldığı dilin içinde analiz etmektir. Onlara göre dil bir hayat formudur. Dil hem kendi yaşayandır hem de insanlar arasında kurulup bozulurken yaşam formu oluşturan bir şeydir. Analiz konuşma cümlelerinin analizine gelip dayanmaktadır.


       
       Ryle’ın kavram analizinde, önermelerde ( gündelik cümlelerde) kullanılan kelimelerin hangi kategoride kullanıldığını analiz etmek, dilde yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir yol gösterir. Okulun giriş kapısından girip, burası edebiyat fakültesi, burası yemekhane, burası kütüphane diyebiliriz. Ama üniversite nerde sorusu, burası şu binası şu alanı vs. derken kullandığımız kategori altında cevaplanamaz. Bina somut iken üniversite binaların, öğrencilerin, hocaların, ekipmanların, araştırmaların vs etkileşimi ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Görüldüğü gibi Ryle, ilk dönemin gramatikal form ile mantıksal form arasındaki ayrım yapılması gerektiği görüşünü sürdürmektedir. Ryle’a göre felsefedeki birçok hata, kategori yanlışlarından kaynaklanmaktadır. Bir kategori hatası daima bir terim ya da kavramın kendisine uymayan başka bir terim ya da kavram kategorisi içinde kullanılmasından kaynaklanmaktadır.


      


  Austin de gündelik dili araştırarak işe başlar. Özellikle eşanlamlı kelimeleri araştırmıştır. Bulguladığı şey, kelimenin kendi başına ideal bir  anlamı olmadığı, karşılıklı konuşma etkinliğinde bulunan tarafların ürettiği olaylar yoluyla gözlemlenebilir olduğudur.  “1955 yılında Harvard’ta verdiği ve how to do things with words adıyla yayımlanan bir dizi konferans aracılığıyla, Austin bugün artık klasikleşmiş olan kavramlarını ve analizlerini gözler önüne sermiştir”.   Bunların en önemlisi ve temel taşı olan “ söz edimleri”dir.


      Söz edimleri, bir cümle üretirken farklı edimlerin kullanılabileceğini varsayar. Cümlenin amacı – pratik kullanımı- asıl belirleyendir. Kabaca üç söz ediminden bahsedilebilir. Bunlar (1) bir takım sesler üretme – seslendirme edimi, (2) belirli bir gramatikal yapıya göre belirli sözcükler üretme – dillendirme edimi, (3) belirli bir imlem ile bir takım sözcükler üretme – anlamlandırma edimi. Bu üç katman düz söz edimidir.


   Ancak austin, bir şey söyleme edimi olan döz söz edimi ile bir şey sözlerken gerçekleştirilirken edimsöz edim ve bir şey söyleme yoluyla uyandırılan etkisöz edim arasında ayrım yapar. Örneğin “hayvanat bahçesinden kaçan bir aslan kente geldi” cümlesi akla uygun olarak kurulduysa düzsöz edimidir. Fakat bunu kentte yaşayanlara söylersek, onları yaklaşan tehikeden dolayı uyarmak,  cümlemizi edimsöz edim haline getirir.  Bu uyarı kentte korku ve paniğe yol açarsa ve karşı bir edime sebep olursa cümle etkisöz edimi olarak tanımlanır.


      Öyleyse düzsöz ediminin imlemi, edimsöz ediminin değeri, etkisöz edimin ise etkisi vardır. Cümlelerin yanlışlığı doğruluğu değil, pratik kullanımdaki farklılığına işaret eden Austin, 2. Dönem analitik felsefesini karakterize eder. Dilin kullanımdaki anlamına önem veren bu kuşak filozoflar, dilsel analizin 1. Dönemin atomsallığa vurgu yapılmasına tezat olarak dildeki bütünselliğe vurgu yaparak mümkün olduğu bilincindedir. Dahası, teknik ve felsefi dil de, gündelik dil üzerine kurgulandığından, felsefe de gündelik dil çalışmalarına ağırlık vermelidir.


      2. dönem filozoflar, özellikle Oxford ekolü, dilin pratik kullanımını incelerken mantıktan kopmuş, kimi zamansa mantığı tamamen yadsımıştır. Dilin hep bağlamlar aracılığıyla anlama sahip olduğunu, bu anlamını kendi bağlamı  – kategorisi ya da edimi de denilebilir -  dışına çıktığında kaybedeceğini, dönemin etkileyici filozofu Wittgenstein’ın başta bahsettiğimiz “dil oyunları” kavramıyla açıklanmıştır. Searle’ün belirttiği gibi “anlam kullanımdır” mottosu bu dönemi tarif etmektedir.


    Ancak ilerleyen dönemde farklı mantıklar ortaya çıktıkça bu ekol eleştirilmiş, analiz yöntemleri yine mantıksal çalışmalara kurban edilmiştir.


2.c)



     Özellikle Oxford ekolünde cisimleşen, dilin kullanımındaki (pratik) analizine yönelen görüş eleştirilmeye başlandı. İlk döneme yapılan, dilin çoklu yapısı eleştirisi, mantığın çoklu varlığı olarak ikinci döneme yöneltilmiştir.


      Mantık dalındaki inanılmaz ilerleyiş, dilin bir araç olmaktan öte amaç haline getirilişindeki etki nasılsa, mantığın da felsefi bir inceleme konusu olmasını sağladı. Bu dönemde normalden sapmış mantıklar bazen birbiriyle çatıştı, bazen birbirlerini doğruladı ve yeni mantıklar – 3 değerli, çok değerli, sezgisel vs – ortaya çıkardı. Zaten zamansallık tartışmasında, klasik mantıklar çok geride kalıyordu. Aristoteles, “ yarın bir deniz savaşı olacak “ önermesini doğrulamak için yarının beklenmesinin gerektiğini belirtiyordu ( Aristoteles, Eğitim üzerine). Oysa daha belirsiz olan önermelerde bu yöntem işe yaramayacaktır.


      Öyleyse iki değerli mantıktan çok değerli mantığa geçiş bir devrim yarattı. Bu devrim hem bilimde, özellikle kuantum fiziği, uzay geometrisi, evren bilim konularında yardımcı oldu, hem de yine bu tarz bilimsel gelişmeler mantıkta kullanılarak daha derinlikli mantıklar kurulmasını sağladı.


        Eski mantık sistemleri bir f(x) fonksiyonunda x değişkeninin bütün evreni dolaştığını iddia ediyorken, çok farklı mantık sistemleri ortaya çıktıkça, x değerinin yalnızca önermeye anlam verenlerince kabul edilebileceği yaygınlık kazandı. Quine’ın “ Varolmak bir x değişkenine sahip olmak sözü geçerlik” kazandı. Basitçe anlatmak gerekirse; asal sayıların kendi içinde doğruluk yanlışlık değerine sahip olduğu bilinmektedir.  “4 bir asal sayıdır” önermesi yanlışken “5 bir asal sayıdır” önermesi doğrudur. Ancak “ay bir asal sayıdır” önermesi doğru yanlış değil anlamdan yoksundur. 


      Gündeme getirilmeleri gereken şeyler, hakiki semantik kategorilerdir. Bu kategoriler, x değişkeninin dolaşabileceği alanla sınırlıdır. Anlam burada ortaya çıkar. Artık her şeyin var olduğunu değil, var olduğunu söylediğimiz, var ettiğimiz bir teori ya da söylemin var olduğunu söylediği bir objenin var olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hangi mantık içinde kaldığımız, bir önermenin doğru-yanlış olmasını, anlamının değerini önceler.


      Farklı mantıklar ortaya çıktıkça analizin sayısı ve yöntemi de artmaktadır. İşi daha da ilginç kılan, mantık sistemlerinin çokluğunun, varlığı nasıl ele alacağımız sorununa farklı yanıtlar vermesindedir. Böylece metafizik tartışmalar – mümkün dünyalar gibi- yeniden dile dahil edilir. Modal biçimlerin çokluğu, varlığın kipleri sorununda çözümleyici bir rol oynamıştır.


          Üçüncü dönem ontolojik tasarrufun karşısında olan filozofların çağıdır. Ontolojik bolluktan kasıt, örneğin bir anlama gelecekse, ‘pegasus’ kavramının dilde kullanımının ve doğru-yanlış-anlamlı gibi değerler almasının koşullarıdır. Sorun artık Quine tarafından epistemik bir hal alır. Öznelerin,  göndergelerine yapılan vurguyu içeren ilk dönem analitik filozoflara karşın, var olup olmamasının yani onun deyimiyle ontolojik angajman ölçütünün hangi söylem ya da teori içinde kalındığıyla ilgili bir tartışma konusu olduğu kesinlik kazanmıştır. Öyleyse ontoloji rölatifir.  Bunu dil içinde yapması, Quine’ın analitik filozoflar içinde değerlendirilmesini sağlar.


3 )  SONUÇ



       Sokrates’ten bu yana filozoflar kullandığı dili geliştirmeye çaba gösterdiler. Dilin iyi kullanımı, felsefeye, anlatılmak isteneni kimi zaman doğrudan ve kolayca kimi zaman da dolaylı ve düşündürücü-sorgulayıcı bir sonuç verdi. Örneğin Kant, dilin transandantal yapısını çok iyi kullandı. Bu sonuç, yeni sorunlara yol açmış ve felsefenin gittikçe aklını kurcalayan bir fenomen haline gelmiştir. En başta dilin mantıktan yararlanmasıyla başlayan süreç, mantığın üstün geleceği bir savaşa döndü ve dil göz ardı edilmeye başlandı. Hatta sembolik dillerin yaratılmasıyla, gündelik dili hiçbir şekilde kullanmayan filozoflar türedi. Ancak mantığın da kökenini yasladığı matematiğin kesinliği suya düşünce, filozoflar gündelik dile döndüler. Ancak bu dönüş de fazlasıyla fetişist bir karakter taşıdı ki, her şey söylemin parçası kabul edildi, kullanımlar içinde doğru-yanlış görmezden gelindi. Yine buna cevap olarak çok mantıklılık anlayışı, dilin tek mantıksal-ideal anlayışla ya da sonsuz yaşam formuyla değil, kabul edilmiş herhangi bir  teorinin varlık anlayışıyla paralel anlamlar kurulabileceğini söyleyerek dilin göreliliğine de sınır çizmiş oldu.


      Günümüzde daha çok ikinci ve üçüncü dönem etkileri görünse de, dilin de daha kökeninde bulunan ‘zihin’ felsefenin konusu yapılmış, dilin de gerisine düşülmüştür.





Kaynakça:


Analitik felsefe, Jean-Gerard Rossi ( çev. Atakan Altınörs) paradigma yayınları, 2001

DİLDE NESNELLİK ARAYIŞLARI VE ÖZNENİN TASFİYESİ: FREGE VE WITTGENSTEIN (yaz. Eren Rızvanoğlu ) possible düşünme dergisi, sayı 2

Analitik Zihin Felsefesinin Temel Problemlerine Bir Bakış, Erdinç Sayan (bilimsel sunum)

Carnap, Quine, naturalizm, Fatih S.M. Öztürk,

Dil felsefesinin geleceğine bir bakış, R. Levent Aysevener




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder